TANIŞMA
Yağmur olanca hızı ile yağıyordu. Öyle ki çakan şimşekler insanı korkutacak bir aydınlık yayıyordu şehrin üzerine.. Gök gürültüsü sesleri kulakları sağır edecek kadar rahatsız ve tedirgin ediyordu insanı. Yağan yağmur o kadar yoğunlukta yağıyordu ki, arabamı sürerken silecekleri çalıştırmama rağmen önümü görmekte zorlanıyordum. Bu da daha dikkatli araba kullanmam konusunda bana uyarı oluyordu sanki. “Daha dikkatli, daha dikkatli “ der gibi mesaj veriyordu yağan yağmur bana. Yağan yağmur un dikkatimi ıslatmasına imkan vermemek için de ben dikkatimi daha çok veriyor, önüme daha dikkatli bakarak arabanın direksiyonuna abanıyordum.
Hayatta başarı da dikkate dayalıydı daha çok. “Hatada ısrar etmemek” , “tecrübelerden ve tecrübeli insanlardan gereken dersi almak” “tabiat kanunlarına azami dikkat etmek”, “okulda öğrendiklerimizi unutmadan hayata azami oranda uygulamak”,” bizi gerçekten seven ve yardım etmek isteyen tecrübelere olumsuz yaklaşmamak,” arkadaşa dikkat etmek” bunlar ve benzerleri değil miydi bizi hayatta başarılı veya başarısız kılan.
Yağmurda arabamı dikkatli kullanırken, bir anda şimşek gibi bu düşüncelerde geçiyordu aklımdan.
Trafik yağmurdan dolayı sakindi ve ben yavaş sürüyordum arabayı. Yağmur hızlanınca daha dikkatli ve daha yavaş sürmeye gayret ediyordum. Dikkat dikkat diye bir ses adeta kulaklarımda çınlıyor, bu çınlamalara gök gürültülerini sesleri ile şimşek çakmasının aydınlatan görüntüleri karışıyordu. Korkunç bir korku filminde adeta baş rol oynayan bir oyuncu gibiydim yolda araba kullanırken.
Rahmetli annem ne demişti. “ Hayatta kendine dikkat etmeyen başarısızlar mezarlığında kendine yer ayırsın” Yani hatalarından ders almayan ve hatalarını düzeltmek için dikkat etmeyen insan yaşayan bir ölüdür adeta demek istiyordu biricik annem. O2nun bu sözünü düşünürken O’nu daha çok özlüyordum.
Kampüsün hemen yanındaki Organize sanayi bölgesinde bir pazarlama şirketinde pazarlama direktörü ve insan kaynakları uzmanı, eğitim sorumlusu ve danışmanı olarak çalışıyordum. O gün nasılsa eşim ve çocuklarım ve ben sabah geç uyanmıştık. Havanın kararması sanırım bizi rahavete kaptırmıştık kendimizi ve uyanamamıştık. Yağmurun yağacağını anlayınca Kahvaltı yapmadan acele ile arabaya atlamıştım. Bulutlardan yağmur yağacağı, ben evden çıkarken belli olmasına rağmen, evden işe gideceğim 15 dakikada yağmurun aniden bu kadar bastıracağını tahmin edememiştim. Ben arabaya bindikten ve hareket ettikten birkaç dakika sonra yağmur aniden bastırmış ve daha sonra da tüm şiddeti ile hızlanmıştı.
Arabamı dikkatle organize sanayii ve kampüse giden yolda sürerken aniden birinin bana otostop yaptığını fark ettim. Yalnız bu otostopu yapan eli otostop yapmıyor, sağ eli ile tuttuğu koltuk değneği ile yapıyordu. İçimden gelen bir içgüdü ile aniden yavaşladım ve durdum. Genelde otostop yapanları ciddiye almazken bir engellinin otostop yapması benim aniden durmama sebep olmuştu. Yolun tenha olmasında da bunun etkisi olmuştu.
İstanbul Üniversitesi işletme Fakültesinde okurken katıldığım sosyal sorumluluk projelerinde Fakülte hayatım boyunca engelliler yararına çalışmış ve bundan büyük zevk almıştım. Engellilerle ilgilenmek ve onları gerçek manada severek yardımcı olmak bana artı değer katmış, hem Üniversite hayatımda hem de iş yaşamında bana büyük kolaylıklar sağlamış, insan ilişkilerinde başarılı olmama büyük katkısı olmuştu. Bu yüzden engelliler ile alakalı iş olduğu zaman adeta dünya duruyordu benim için. Bu tutumumdan dolayı bazen hakarete maruz kalsam üzülsem, “artık bu işlere karışmayacağım “ desem de gene duramayarak engellilerle alakalı hayır işlerine kızgınlığım ve dargınlıklarım geçtikten sonra daha gayretli ve iştahlı olarak koşuyordum. Bu da beni işime ve hayata hayatın zorluklarına karşı motive ediyor ve hayat bana daha kolay geliyordu.
Otomobile aldığım genç koltuk değneği ile acele otomobile binerken, ben yan gözle ona baktım. Genç, yağmurun şiddetinden sırılsıklam olmuş ve ağlamaklı gözlerle bana bakıyor bir yandan da:
-Allah sizden razı olsun abiciğim, Siz Hızır gibi yetiştiniz, çok teşekkür ederim. Siz de durmasanız uzun zaman münibüs beklemek zorunda kalacak ve büyük ihtimalle finali de kaçıracaktım. Belki okulum bile uzardı, dedi.
O’na gülümseyerek baktım:
“Boşuna dememişler, “Kul darda kalmayınca Hızır yetişmezmiş” sonra gülümsememi biraz daha artırarak elimi gencin dizlerine bir şaplak ile dokundurarak “ Gerçi ben Hızır değilim ama darda kalana yardım ederim” dedim. Elim bir anda tamamen ıslanmış bir pantolana dokunmuştu. Gülümsemem bir anda donuk bir bakışa dönüştü. İçimden” Allah’a şükürler olsun ki ben bugün yağmura yakalanmadım” dedim. Sonra bana minnetle bakan ve gülümseyen gence bakarak :
“-Size geçmiş olsun, Gerçekten de çok ıslanmışsınız. Size yardımcı olmaktan mutluluk duydum, “dedim.
Arabayı dikkatle kullanırken bir yandan da gözümü yoldan ayırmadan arabama aldığım gençle sohbet ediyordum. Gözümü yoldan ayırsam her an kaza olabilirdi. Kocaman yağmur damlaları ön yama düşmüyor, adeta camları bir canavar gibi yumrukluyordu . Düşen yağmur damlaları değil sanki erimiş ve su haline gelmiş yumurta büyüklüğünde doluydu. Ama tavuk yumurtası değil de sanki devekuşu yumurtası gibi dolular erimişte arabamın ön camını yumrukluyordu. Gözlerim bu yüzden hem fal taşı gibi açılmış hem de kulaklarım gencin anlattıklarına dört açmıştım. Böyle yapmak zorundaydım. Çünkü hayat bana olağanüstü bir durum sunuyordu. Olağanüstü durumlarda da olağanüstü dikkat gerekiyordu hayatta kalmak ve doğa afetleriyle savaşmak için.
-Kusura bakma arabayı dikkatli kullanmam lazım bu yağmurda. Sizin yüzünüze bakmamam saygısızlık değil, bu tufan gibi yağmurda dikkatli olmamdan dolayı, siz kendinizi tanıtır mısınız?”
Gencin yüzüne bakamasam da gencin konuşmasından hayata çok pozitif baktığını anlıyordum. Bu kadar yağmura tutulmasına rağmen, sırılsıklam ıslanmasına bakmadan gülümsüyor, şükrediyor ve teşekkürü ihmal etmiyor, sinirlenmeden ve düzgün şekilde kendini tanıtıyordu. Bugüne kadar görev yaptığım bu şehirde tanıdığım Üniversite öğrencilerinden daha değişik bir öğrenci profili çiziyordu. Kendini doğru düzgün ifade eden gençlere pek rastlamadığımdan engelli olmasına rağmen kendini bu kadar güzel ifade eden gence bir sempati duymaya başlamıştım o an.
Bu arada yağmur hızını azaltsa da devam ediyordu. Yol tenha olmasına rağmen böyle havalarda araba kullanırken daha dikkatli olmaya gayret ederdim.” Önce tedbir sonra tevekkül” sözüne gönülden inanan bir insan olarak tedbirli olmalıydım her zaman.
Genç tane tane kendine güvenen insanın rahatlığı ile konuşmaya kendini tanıtmaya devam ediyordu:
-Malatyalıyım. İsmim Hüseyin. İşletme Bölümünde okuyorum. Doğuştan engelliyim bu koltuk değneği ile zorda olsa yürüyorum. Halimden şikayetçi de değilim. Allah’a şükür Üniversite okumayı da nasip etti. Bir arkadaşımla durağa yakın evde kalıyoruz. Okula her gün münibüsle gidip geliyorum. Bugün önemli bir sınavım vardı. O’na yetişmem lazımdı. Yoksa kolay kolay kimseyi rahatsız ederek otostop yapmam. Münibüse binerim genelde. Allah devletimize zeval vermesin zaten engellilerin serbest pasosu var. Yağmur da birden bastırınca sınava yetişemeyeceğimden korktum. O yüzden otostop yapmak zorunda kaldım. Şükür ki sizin gibi iyi niyetli bir ağabeye rastladım.
O’nun hem şükreden hem de halinden memnun olumlu tutumu ve konuşması benim de O’na karşı olumlu olmama ve neşelenmeme sebep oldu.
Biz konuşurken yağmur hızını azaltmış, bende dikkatimi yola yoğunlaştırmakla beraber yağmur hızını azalttığı için ara sırada bir iki saniyelik bakışlarla Hüseyin’e bakabiliyordum. Baktım karşımda özgüven sahibi, kendini aşmış bir insan vardı. Yunus Emre “nin dediği gibi “ Küçük insan dengini, büyük insan kendini arar” misali Hüseyin’de kendini arayan insandı.
Saatime bakarak:
-Sınavın kaçta Hüseyin? Dedim.
O da saatine bakarak:
-Yarım saat var ağabey, dedi.
Biz konuşurken zaman geçmiş kampus kapısına gelmemiz nerede ise 5 dakika kalmıştı. Bu güzel insanla sohbet etmek hoşuma gitmişti. Yemeğe ya da çaya davet etmek isterdim ama sınavı vardı. Arabanın torpido gözünden kartvizitimi alarak ona uzattım ve
-Hüseyin sınavdan sonra mutlaka gel bir çay içelim. Güzel sohbetiniz beni etkiledi, benim adım da Orhan namı diğer Kitap Kurdu Orhan derler arkadaşlarım bana çok kitap okumaktan dolayı, dedim.
Bu arada hızla başlayan yağmur hızla kesilmiş ve nerede ise Güneş yüzünü gösterir olmuştu.
Üniversite ana kapısına gelmiştik. O’nu fakülte kapısına kadar bırakmak istedim. Ana kapıda görevliye durumu anlatınca anlayışla karşılayarak teşekkür etti. Sonra Fakültenin kapısına kadar Hüseyin’i götürerek bıraktım. Çok teşekkür ederek arabadan inerek fakülte kapısından koltuk değneğine yaslana yasalana içeri girdi. Girmeden önce:
-Mutlaka size uğrayacağım ağabey, dedi.
Ben Hüseyin’i fakültesinin kapısına bırakır bırakmaz hemen işime gitmek üzere hızla kampüsten çıkarak kampüs yanındaki organize sanayi bölgesindeki iş yerime geçmek üzere dikkatle araba kullanmaya bakarak ayrıldım. Yağmur dinmesine rağmen yollarda sel gibi sular akıyor bana adeta “ aman dikkatli ol yağmur gitse de seli kaldı. Yollar daha tehlikeli bir hal aldı” diye sesleniyordu adeta. Bunca kitap okumamın neticesi olarak doğa sanki bana hal dili ile seslenir olmuştu. “ Çok okuyana yaratanın bir ödülü doğanın dilini anlamak galiba” diye geçirdim içimden. Doğanın dilini güzel anlayan ve o dilden anladıktan sonra da ona göre dikkatli hareket edenin sıkıntıları sıfırlanmasa da oldukça azalıyordu. Bunu anladığım zamanlarda mutlu oluyordum bende.
İşimi çok seviyordum. İşim ve ailem hayatta her şeyden önce geliyordu. Bir söz der ki, “ Bir meslek seç, bu mesleği gerçek manada sev, tüm enerjini mesleğine odaklan, evren de sana bütün bolluk ve bereketi aktarır” . Bunu hayat felsefesi yapmıştım. Bu hayat felsefesi de benim hayatta rahat etmeme sebep oluyordu. Hayattan ders çıkarmasını bilene hayat bir okuldur.
Bir ara işten arta kalan zamanda şirketimizde staj yapan gençlere hem mesleğimi hem de insan ilişkileri iletişim konusunda bilgi verebilmek için yakınlık göstermeye başlamıştım ama baktım ki gençler stajda meslek öğrenmek yerine kapıcı ile, şoförler ile geyik muhabbetini tercih ediyorlar, bende onlarla ilgilenmeyi bırakmıştım. İstek heves olmayana değil gelişmek, iletişim kurmak, meslek bile öğretemiyordu insan. İstekli, öğrenmeye açık ve severek öğrenen insan a da her şeyi anlatmak kolay oluyordu. Dengini arayan insan çoktu ama kendini aramak için ömür boyu sürecek bir gelişim ve sevgi dolu yolda yolculuk yapmaya niyetli insan çok azdı. Bu çok az olan insanların da pek çoğu hayatta rahat eden zirvelere çıkan insanlardı.
İş yerime geldiğim zaman personelin çoğu henüz işe gelmemişti. Belli ki servis gecikmiş ve her yağmurda olduğu gibi aksaklıklar olmuştu. Ama bugün yağan yağmur galiba son yıllarda yağan yağmurlardan kat be kat daha fazlaydı. O yüzden personelin işe gelirken gecikmesi de uzun sürebilirdi. Herkeste beni gibi işine aşık olacak değildi herhalde. İşine aşık olmak galiba biraz da kaçık olmayı gerektiriyordu.
İşine benim kadar sadık olan çaycımız Ömer efendi her zaman gülümseyen yüzü ile kapıdan girerken “hoş geldiniz” dedikten sonra:
-Beyciğim bu tufandan sonra bir ıhlamur sizin gerilen sinirlerinizi dinlendirir, diyerek kaşla göz arasında hazırladığı ıhlamur ile birkaç kurabiyeyi getirerek masama bıraktı.
Çaycı Ömer be en sevdiğim personelden biriydi. Çünkü mesleğini severek yapıyor ve bu ise sadece bilgi ve tecrübesini katmıyor, tüm sevgisini de içinde yoğuruyordu. Kimse ile alay etmez, herkese “beyim” diye hitap ederdi. Haline şükrederek “ bir işim var” diye işini en güzel şekilde yapmaya gayret ederdi. Bu sayede çocuklarını da Üniversite okutarak kimseye yük olmayan ve kendisi ile hayat ile barışık olarak yaşamayı öğrenmişti. Hayatta her türlü sıkıntıya sabretmiş, hayatta zamanı gelince ona bolluk ve bereket ve şükretmesini kat kat artıran bir insan olmasını sağlamıştı.
Yeni mezun olan mühendis ve elemanlar gibi havalara girmez, alçak gönüllü tavrı ile sadece personelin değil, gelen misafirlerimizin bile firmamızda kaldığı kısa zamanda da bile kendini sevdirirdi. Bir gün beni ziyarete İşletme Yönetimi konusunda uzman bir arkadaşım. Ömer beyle bir süre sohbet ederek O’nu izledikten sonra , bana aynen:
-Firmanızın başarısı sizlerden çok kapınızda duran güvenlik görevlilerinin sevgi ve müşteri ile ilgilenmesi ve çaycısından şoförüne kadar herkesin sevgi ile iletişim içinde olmasında yatar. Ömer beyin bu sıcak tavrı size artı değer katan bir değer, bu size, sizi işinize motive eden bir artı şey, hele çayı ve kurabiyelere sevgisini katması da sanırım firmanıza gizli ve sihirli bir güç katıyor” demişti. O’na hak vermiştim. Her kurum da Ömer efendi yoktu. Dünyada bir taneydi Onu da firmamız kapmıştı. Belki de firmamıza gerçek sevgisi ile patronlardan ve benden bile daha çok katkı sağlıyordu.
Firmamızla iş yapan sözde “ iletişim seminerleri” veren insanların bizden iş kapmak için güzel davranan , iş bitince de yolda selam vermeyen kişisel gelişim ve iletişim uzmanlarını gördükçe sevgi be bilginin önemini daha iyi anlıyordum ve arkadaşıma hak veriyordum. Arkadaşımın bu sözü ile Ömer beye olan ilgim artmıştı. O güne kadar severdim ama Ömer beyi, O günden sonra bir başka sevmeye başladım. Firmamızda çaycı ile Genel Müdürü aynı oranda sevmeye başlamış ve bunu da kurum içi eğitim seminerlerinde sık sık dile getirerek kurumda herkese aşılamıştım. Bu felsefeye uymayan kurum içinde hep laubali olan el kol hareketi yapan insanları barındırmadık. Bu da firmamızın başarı oranının ikiye katladı. Firmamızda şaka yollu bile olsa kimsenin kimseye hakaret etmesine küçümseyen davranışlarda bulunmasına müsaade etmeyince başarı da geldi. “Değer veren değer görür” felsefesini aşıladık personelimize.
Ben Ömer beyin getirdiği ıhlamur ve kurabiyeleri yerken, ( kurabiyeleri de evde Ömer hanımın eşi yapıyor ve bizde uygun fiyata satın alarak konuklarımıza ikram ediyorduk. Bu sayede hem Ömer beyin hanımı evde iş yapmış oluyor hem de piyasadan daha uygun fiyatta ve lezzetli kurabiyeler alıyorduk)
Tufan gibi yağan yağmuru düşünüyordum. Yağmura tutulanlar bu yağmurdan gereken dersleri alarak hayatlarına çeki düzen veriyorlar mı acaba ? diye. Ama nafile. Bir saat önce yaşanan bu afeti çok insan unutmuştu besbelli. Müsibetlerden ders almayan insan nasihat fayda eder miydi de nasihat edelim. Atalarımız boşuna “bir müsibet bin nasihattan hayırlıdır” dememişler.
Ihlamurumu yudumlayarak kurabiyelerin de tadına bakıp, yerel gazeteleri okurken ilgimi çeken olayları dikkatle okur, çalışanlarımıza faydalı olacağına inandığım şahsiyetler ile irtibata geçer, yazar iseler kitaplarını satın alarak konferanslar eşliğinde çalışanlara hediye eder ve o kişilerden çalışanlarımızın faydalanmasını sağlamaya gayret ederdim. Bu çok faydalı ve firmamıza artı değer katan şeydi. Özellikle tüm yokluklara rağmen, kitap çıkaran faydalı olmaya çalışan engelli yazarları davet ederek onların yaşamak için kaliteli ve seviyeli yaşama için verdiği hayat mücadelesini çalışanlarımıza ve ailelerine örnek gösterirdim. Biliyordum ki engellilere verilen değerin fazlasını müşterilerimiz fazlası ile bizlere verecek, Yaratan bu çalışmamamızı ödüllendirecekti. Bu tutumumuzdan dolayı kaç kere “ engelli dostu firma” olarak seçildiğimizi hatırlamıyorum.
Çay, kurabiye ve yerel gazete okuma faslı tamamlanınca, yerel gazeteleri okurken aldığım notları çekmeceme koyup, eğitim için gereken metaryelleri yanıma alarak seminer salonuna geçtim.
Firmada görevim “ pazarlama ve insan kaynakları direktörlüğü” idi. Yani personeli eğiterek ürettiğimiz defter bloknot kalemleri pazarlamaktı görevimiz. Kalemlere, defterlere firmaların amblemlerini basarak onların toplumda güzel imaj edinmesine yardım ediyorduk. Bu konuda nasıl yapmaları promosyonları nasıl kullanmaları ve nasıl kullanırlarsa verim alacakları konusunda eğitim de veriyor, yapılan onca masrafın boşuna gitmemesi için müşterilerimizi bilgilendiriyorduk. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen Şeyh Edibali gibi bizde “müşterini yaşat ki firman yaşasın” prensibi gereği hem müşterilerimize hem de bizi seven rakiplerimize destek oluyorduk. Onlar bilinçli olarak bize zarar vermediği müddetçe birbirimizi güçlendiren iki dost gibi oluyorduk rakiplerimizle. Bizim personelimize verdiğimiz eğitimleri ve personelimizin işini çok sevmesi karşısında başka firmaların personelini de zaman zaman bizim eğitim salonumuzda eğitiyordum.
Biz rakip firmalarımızın da güçlenmesi için çalışıyorduk. Rekabete olumlu anlamlar yüklemek çok zaman bize yarıyordu. Onların elemanlarını eğitirken rakip firmaların yaptıkları hatları da tespit ederek biz yapmamaya gayret ediyorduk. Onların başarısından da başarısızlıklarından da bu seminerler aracılığı ile haberdar oluyorduk. Yaşanan olayları elamanlar anlatıyor, olumsuzlukları nasıl olumlun hale getireceğimizi işletme bilimi çerçevesinde tartışarak doğruları bulmaya gayret ediyorduk. Onların varlığı bizi daha iyi işler yapmaya sevk ediyordu. Rakip firmaların bizim hakkımızda olumlu olumsuz ne düşündüklerine bakmadan biz gücümüz oranında onların taleplerine mantıklı ise cevap veriyorduk. Biliyorduk ki, iyi niyetle yapılan her yardım bizlere daha güçlü olarak maddi ve manevi yardım olarak geri dönecekti. Tabii bunu yaparken şirket sırlarımıza da dikkat ediyorduk. Yardımlaşma demek sır vermek anlamına da gelmiyordu yani.
Bugün bir firmanın elamanlarına “ iletişimin etkin olması firmaya ne kazandırır” konulu sunum yapacaktım. 5 kişilik gruba konuşacak ve onların sorularını da cevaplayacaktım. İşletme Fakültesinde okurken de firmada bizzat çalışırken de bu konuda ne kadar kitap buldum ise okuyarak hem kendi hayatıma uygulamış hem de iletişim bilgilerimi firma içinde uygulayınca bu patronların dikkatini çekerek, zaman zaman sohbet şeklinde iletişimin önemini onlara davet ettikleri ev yemeklerinde ailelerine ve aile dostlarına da anlatarak onlarında faydalanmasını sağlamıştım.
Hatta beni ziyarete gelen İşletme Fakültesinden bir hoca arkadaşım bana “ Sendeki bu kitaplık bizim işletme bölüm başkanının odasında bile yok, sen akademik kariyer yapsaymışsın gerçekten çok başarılı olurmuşsun” demiş, bende Ona” sen asıl bir de evdeki kitaplarımı görsen özel işletme kütüphanesi “ dersin demiştim. Yani işletme fakültesini kazandığım zamandan bu yana işletme kitaplarını üzerinde düşüne düşüne ve uygulaya uygulaya bilgi sahibi olmuştum. Okuduğum kitapları atmamış önemli olan kitapları da defalarca okuyarak üzerinde uzun uzun düşünmüştüm.
Hatta bizden daha büyük bazı firmalar dolgun maaşlarla bana iş teklif etmelerine rağmen patronlarımızın bana olan bu sevgisini ve güvenini hiçbir zaman maddi beklentiler ile boşa çıkarmamaya gayret etmiştim. Hatta kendi firmamı kurma imkanı varken bunu da istemedim. Ama patronlarımız başka firma elemanlarını eğitmemi ve bunlardan bir miktar para almama da müsaade ederek , hem bizim firmamızın başka firma elemanlarınca tanınmasını hem de “ rakibini kıskanmadan onlara destek olan firma” imajı elde etmemizi sağlıyordu. Bu da bana motivasyon oluyordu. Motivasyonumu da yüksek tutmak için özellikle olumlu ve güzel konuşan insanlarla muhatap olmaya ve olumlu düşünen insanlarla sohbet etmeye gayret ediyordum. Önce olumlu düşünen ve güzel konuşan insanlar zamanla bu samimiyeti suiistimal ederlerse hemen onlardan uzaklaşma demeyeyim de biraz mesafeli olmaya bakıyordum. “İnsan ateş gibidir fazla yaklaşma yanarsın, fazla uzaklaşma donarsın. Ateşe ısınabileceğin kadar yaklaş ve O’nun ateş olduğunu asla unutma” diyen büyüklerimizi saygı ve rahmetle anardım.
Günün eğitim programını başarı ile tamamlayarak eğitim için firmamıza gelen insanları yolcu ettikten sonra odama çekilmiştim ki, dersimin bitme saatini iyi bilen Ömer efendinin ıhlamuru ve kurabiyemi masama bıraktığını görünce sevindim . Ben daha istemeden sevdiğim şeyleri masaya getirerek bırakan elemanı siz olsanız sevmez miydiniz? Eleman dediğin işe başladığı zamandan itibaren herkesi gözlemleyerek arkadaşlarının neyi sevip sevmediğini en kıza zamanda öğrenerek sevdiği şeyler ile ona jest yapan, sevmediği şeylerden uzak durarak Onun sevgisini kazanmaya bakardı. Sevmediği şeyi ısrarla bir insan yamak O2nu bizden uzaklaştırmaktan ve hatta bize düşman etmekten başka ne işe yarardı?
Ben Ömer efendinin özenle hazırladığı ıhlamurlar ve hanımının sevgi ile yoğurduğu güzel kurabiyeleri afiyetle yerken masamda duran iş evraklarını ve eğitim notlarını inceliyordum ki, odamın kapısı tıklatıldı. Gelen koltuk değneğine yaslanarak yürüyen Hüseyin Kardeşimizden başkası değildi. Hüseyin girer girmez selam verip, elimi sıkarak masamın önünde koltuğa oturdu. Büyüklerine ve faydalanacağı insanlara saygısı olan gençlere de benim sevgim sonsuzdu. Bilgili ve tecrübeli insanlardan faydalanmak istemeyen insanlardan bende uzak kalıyordum.
Ankara ev İstanbul seyahatlerimde genelde yanıma genç insanlar otururdu. Onlarla sohbet eder, yanımda fazla olan kitap dergi ve gazetelerden , kalemlerden onlara hediye eder, çalışmalarımı anlatır, kartvizitimi verir, iletişim kurmak isterlerse beni arayıp bulabileceklerini anlatırdım . Ama iletişim sevmeyen gençler genelde daha aramazlardı. Bende ısrar etmezdim tabii. İstemeyen, gelişmeyi sevmeyene anlatacak bir şey yok.
Bir atasözümüz “Ağlamayana meme yok “ der. İstemeyene bir şey veremeyiz babında bir söz bu. İstekli olmayana bir şey öğretemiyorduk. Eğer ısrar edersek, hem kötü laflar dinliyor, hem de üzülüyorduk. Bu nedenle herkesle bir kere iletişime geçtikten sonra artık onların bizimle iletişime geçmesini beklemek lazımdı. Çok kere karşı dönüş olmuyordu. Ama Hüseyin gelmiş ve bize teşekkür ediyordu. Ben de hemen saatime baktım. Mesaimizin bitmesine daha yarım saat vardı. Ömer Efendi ben daha istemeden Hüseyin kardeşimize de kahve ve kurabiyelerini getirip önüne koymuştu bile.
Hüseyin keyifle kahvesini içerken, kurabiyeleri de yiyordu. Bir ara “ Bu kurabiyeler marketlerde satılanlara benzemiyor abi?” dedi. Ben de işin aslını anlatınca Hüseyin keyifle yüzüme bakarak mırıldanır gibi” anladım abi” dedi.
Hüseyin’in keyifle kurabiye bakarken aniden aklıma gelmişti. “Sınavın nasıl geçti Hüseyin” dedim. Hüseyin gülerek “ Sizin arabanıza binmek ve hayır duanızı almak bana uğur ve şans getirdi abi, sınavım iyi geçti. Ya size teşekkür etmeyi de unuttum. Kucak dolusu teşekkür ederim size” dedi. Bu sefer bu kibar gence ben teşekkür ettim. Teşekkür etmek en az maliyetli ama en çok getirisi olan bir yatırımdı anlayana.
Biraz düşündükten sonra Hüseyin’e şöyle bir öneride bulundum. Aklıma gelen her şeyi hemen uygulamak adetim olduğundan bu öneriyi de hemen anlatmak istedim Hüseyin’e “Hüseyin seninle her hafta ya da uygun zamanlarda buluşalım mesela Pazar günleri benim tatil günüm, senin de dersin yoksa her hafta engellilerin bir sorunu hakkında sohbet edelim sorunların kaynağını araştıralım. Bu sorunlara ikimiz çözüm yolları arayalım. Bulduğumuz çözümleri yazılı hale getirerek ilgili kurumlara verelim. Sonra da bunları tekrar makale veya haber haline getirerek önce yerel basında kamuoyu ile paylaşalım ve bunu imkanımız olursa kitap da yapalım.” Hüseyin gülümseyerek “ Güzel fikir” dedi.
Sonra düşündüm. Bu konuşmalarımızı yazılı hale getirirsek ve yerel basında çıkarsa kitap haline getirmek kolaydı. Bizim patronlarımız seve seve bu kitaba sponsor olur ve hatta benim istediğimden daha fazla katkı sağlayarak hem kendi reklamlarını yapar hem de engelli sorunlarının kamuoyunda duyurulmasından dolayı manevi bir kazançları olduğu için manevi haz duyarlardı. Patronlarımın bu tutumu aklıma geldikçe onlara dua ederek mutlu oldum. Hüseyin böyle bizimle uyumlu çalışırsa staj yapmamışsa önce staj yapardı sonra da kuruma çalışan alırdık. El ele güzel şeyler yapardık.
Ben bunları düşünürken dalmıştım ki Ömer beyin “ Kahveleri tazeleyeyim mi beyim” demesi ile ben de espri ile karışık “ Ömer efendi kahve içe içe bir hal olduk en iyisi siz ıhlamurlarımızla o güzel kurabiyelerden getir” dedi. Ihlamur ve kurabiyeler bir dakikada önümüzdeydi. Duygularımı Hüseyin’e hemen anlatmadım. Sadece “ her hafta buluşalım” dedim. Bunu hayata geçirmeliydik önce.
Ihlamurları da içince kurabiyeleri yeyince günün yorgunluğunu da atmış olduk. Hüseyin’e bakarak dedim ki “ birkaç gün sonra Pazar günü şehrimizin güzel parkında hava güzel olursa buluşalım. Hangi konuları paylaşacağımızı belirleyelim. Sonrasında da etraflıca konuyu konuşuruz . Ama kimseye konuyu şu an için paylaşmayalım. Çünkü konuşmalarımız bir dedikodu havasında değil, öncelikle sorunların tespiti ve sonrasında çözümü konusunda olacak terapi gibi. Başkalarını da bu konuşmaya dahil edersek iş amacından uzaklaşmış olur. Bizim amacımız ise öğrenmek ” Hüseyin’e baktım. Sonrasında şunları söyledim. “Bundan önce birkaç defa seninle yapmak istediğim engelli hakları konusundaki konuşmamı engelli Üniversiteli kardeşlerimle yapmak istemiştim ama onlar konuyu anlamadıklarını her defasında baş başa yapalım dememe rağmen hep yanlarında bir veya iki arkadaşları ile geldiler ve konu amacına ulaşmadı. Ben laf olsun sayfa dolsun misali iletişim kurmak istemiyorum kimseyle amaç öğrenmek, öğrenmek gene öğrenmek ve öğrendiklerimizi hayata uygulamamız mümkünse hemen hayata geçirmek. O yüzden baş başa olacak”
Sonra aklıma gelmişken “ Hüseyin sana her buluşmamızda 2 kitap vereceğim ve sen bunları okuyacaksın. Bu kitaplardan birisi özgüven ile alakalı olacak öteki engelli hakları. Okuyunca ufkun genişleyecek, ama okumazsan vermeyeyim. Hüseyin bana bakarak
-Kitap kurdu Orhan abi ben de senin kadar büyük kurt olmasam bile senin çırağın bir kurt olmaya adayım. Sizin vereceğiniz her kitabı okuyacağım söz” dedi.
Masamın gözlerinde sakladığım Mümin Sekman2ın “Her şey Seninle Başlar” kitabı ile Aliye Yücel’in “Engeloji” kitabını verdim. Hüseyin kitaplara sevgi ile baktı. Sonra bana tekrar bakarak “ Çok güzel kitaplar hem genel kültürümü artıracak hem de özgüven sahibi olmama sebep olacak, size çok teşekkür ederim Orhan ağabey, dedi.
Hüseyin o güzel gülümsemesi ile bana bakarak” Okumak ibadettir hocam” dedi. Ben hemen itiraz ederek “ Hoca camide hoca değil ağabey” dedim. Tekrar güldü . “Öğretim üyesi de okulda” dedi. Ben de “evet kavramları karıştırmayalım . Ben ağabey olmak isterim sana . Öğreneceksen benden gene de abiden öğrendiğin şeyleri öğreneceksin. Abi hitabı bana daha samimi geliyor” dedim. O da bana saygı gösterdi.
İkimizde gülümseyerek kalktık. Ömer efendiyi selamlayarak çıktık. O’nu evine bırakacaktım. .Yağmurdan sonra her yer mis gibi yağmur kokuyordu. Yağmurun toprakla buluşması mis gibi kokuyordu. Camı açık bıraktım. Mis gibi kokuyu içimize çektik. Yolda insanlar yağmur suyunun getirdiği küçük selin sürüklediği odunları temizliyor, kimi de duraklarda otobüs bekliyordu. Uzakta bir eleğimsağma (gökkuşağı çıkmış) sanki bize “ Bakın altımdan geçen erkek kadın , kadınlar erkek olur, ayda yılda bir çıkarım, bu fırsatı kaçırmayın “ der gibi benimle Hüseyin’i selamlıyordu.
Tufan gibi yağmurdan sonra gece kendini gösteriyor, insanlar akşamın miskin yorgunluğunda kimi evlerine, kimi Üniversitelilerde sevgili veya arkadaşları ile buluşmak üzere şehrin büyük şehirlere açılan ana caddesi üzerindeki cafelere doğru yol alıyorlardı. Kampüsten şehre inen münibüslerden inen gençler, kendilerini durakta bekleyen sevgililerini saatlik hasretleri ile öper ya da kucaklarken anneleri onları okulda ders çalışıyor sanıyorlardı. Varsın anne ve babalar ne sanırsa sansın hayat gençlere güzeldi. Yarınlarda bakalım güzel olacak mıydı? Onu zaman gösterecekti.
TOKAT’A DAİR
Tokat Ticaret ve Sanayi Odası
ATI ALAN KAYSERİYİ GEÇTİ
ERDEMLİ GENÇLER TAKIMI
SPORA HİZMET SEVDAMIZDIR
İMLA (YAZIM KURALLARI) DEMİŞKEN
EĞİTİM
TOKAT VALİLERİ (XXV ) METİN TURCAN
GAZİANTEP 1.ULUSAL ŞAİRLER BULUŞMASI…
BİR OKUL BİR MÜDÜR
İNSAN İNSANI NEDEN SEVER?
AFRİN’de ZİL ÇALDI
GAZİOSMAN PAŞA'YI ANARKEN TARİH YAZAN CESUR YÜREKLER
Bu Şehrin Derdi Bitmez…
SAMSUN KİTAP FUARI'NIN ARDINDAN
KORKU ve KARAMSARLIK KURGUSU
TÜRKİYE’NİN İLK MEYVE SUYU ÜRETİCİSİ ÜLKEMİZİN MEDAR-I İFTİHARI DİMES A.Ş.
TOKAT VE KİTAP FUARI
SAHADA İYİ OYUN, BEKLENMEYEN SONUÇ…
15 Temmuz’a Sahip Çıkmak
NAMAZIN BEŞ VAKİT OLMASININ HİKMETLERİ
EYÜPSPOR'U YENEMEZSEN KİMİ YENECEKSİN?
BİR DOST BULAMADIM
TAM BAĞIMSIZ GÜÇLÜ TÜRKİYE
Bu hafta İMPLANT konusuna giriş yapacağız.
Tatlıyla başlayalım
Tokat'ın Dokuz Milletvekili Olacak