Bundan 40-45 yıl öncesiydi. Köyde birbirine yardım etme, imece usulü işlerin görülmesi güzel geleneklerimizden biriydi. Özellikle tarla belleme, çay toplama, ot kesme, odun taşıma gibi. Bir gün ablam ve abilerimle beraber dayıma yardım için çay toplamaya gittik. O gün lisede okuyan büyük abim de bizimle idi. Anne annem 85 yaşlarında, minyon, çok mübarek ve muhabbetine doyum olmayan bir kadındı. Onun muhabbeti bize lezzet verir, o anlatır biz dinlerdik ve mest olurduk. Kıtlık yıllarını, Rus zulmünü, muhacirlik yıllarını, yaylalara göçü… anlatırdı. Neredeyse bölgenin canlı tarihiydi. Allah rahmet eylesin, 103 yaşında vefat etti.
Bir ara biz çay toplarken yine bizimle tatlı bir muhabbet için yanımıza geldi. O zamanlarda çay toplama makası yoktu, çay elle toplanır, her filiz tek tek koparılırdı. Makas sesleri olmadığı için mekanik sesler yoktu ve çay bahçesi muhabbetleri hoş olurdu. Ninem muhabbetin ortasında abime, “bak torunum; şu taşı görüyor musun? İşte bir gün şeytan gelecek, o taşın üzerine çıkacak ve biz de onu seyredeceğiz” dedi. Tıpkı seksenler dizisinin 46’lısı Basri gibi. Hepimiz güldük ve “nine sen ne diyorsun, bir sıkıntı var bunda” dedik. “Nene, şeytanın ne işi var taşın üzerinde?, üstelik o görünmez ki” dedik ama o fikrinde ısrarcıydı. Biz o gün işi muhabbete vurduk, dediğinden bir şey anlamadık. Ama O, “biz onu taşın üzerinde göreceğiz” derken inanarak söylüyordu.
Aradan uzun süre geçmedi ve birkaç yıl sonra köydeki kahvehaneye televizyon getirildi. Onun arkasından da yavaş yavaş televizyonlar evlere girmeye başladı. Düğmeye basınca ekranda birileri oynuyor, konuşuyor. Biz de onları izliyor ve duyuyorduk. Ulaaa, bak hele, ninem bunu mu demek istedi? Ninem, beğenmediğimiz aklıyla bunu gördü de biz göremedik? diye birbirimize takıldık. Gün geçti dayım eve televizyon aldı. Bir gün ziyarete gittiğimizde konu açıldı ve “ben size o gün dememiş miydim şeytan taşın üzerine çıkıp oynayacak, biz de izleyeceğiz” diye. Gördünüz mü? dedi.
Öyle zannediyorum ki, bugün taşın üzerine çıkan adam sayın İmamoğlu’dur. Tam ona göre bir durum bu. Zaten ekranı da büyük, taşı da büyüktür bu oyuncunun! Evet, şu anda ekranda oynayan İmamoğlu! Herkes bunda bir hikmet var (!) diyor ve onu seyrediyor. Kimisi alkışlıyor kimisi de veryansın ediyor. Değerlerini yitirmiş, aklıyla değil de fanatizim gözlükleriyle bakanlar onda bir hikmet, bir keramet görmeye çalışıyorlar! Karşı duranlar da kendi günahlarını çıkardıklarını (!) zannederek habire saldırıyorlar! Ancak ortada bir hokkabaz var ve ekranda insanları efsunluyor. Sanatçının gıdasının alkış olduğunu bilen bu hokkabaza kendi gıdasının da gündemde kalmak olduğunu öğretmiş birileri. “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” felsefesi onun temel felsefesi olmuştur. Daha çok seyirci, daha çok konuşulmak, gündemi belirlemek onun gıdası olmuş. Kendisini seyircilerin beyinlere öyle ya da böyle kazıyıp o olmadığında millette bir yoksunluk hissi oluşsun istiyor.
Nasıl ki CHP iktidar olmak istemiyorsa (yönetmekten korktuğu için), aslında İmamoğlu da zannedildiği gibi cumhurbaşkanı olmak için uğraşmıyor. Onun derdi bu değil, hatta İstanbul’u adam gibi yönetmek gibi de bir derdi yok. Onun derdi kendisine verilen görevi eksiksiz bir şekilde yerine getirmek, hatta kendisinden de bir şeyler katarak… Tiyatro sahnesinde kendisine verilen bir görev ve tanınan bir süre var. Seyirci hazır, figüran da hazır. Figüran, kendisine tanınan sürede rolünü oynayacak ve sahneyi gerçek sahiplerine teslim edecek! Mesele budur…
Peki oyunun adı nedir? Türkiye’nin sinir uçlarına dokunmak, uykuda olan fay hatlarını harekete geçirmek, insanları daha çok politize etmek… Bunu yaptığını her hareketinden anlamak mümkün. Son olarak, kendi yandaşlarının da eleştirdiği “Elazığ depreminin üçüncü günü Palandöken kayak tesislerinde kayağa gitmesi, boy boy fotoğraflar çektirip medyaya servis etmesi” bardağı taşıran son damla oldu. Gerçi bu kafayla çok bardaklar doldurur bu adam! Sayın başkan, İstanbul için gerekli şeyleri laf olsun diye dile getiriyor, mesaisini insanların sinir uçlarını harekete geçirmek için kullanıyor. Adamın ar damarı çatlamış, vicdansızlığı tavan yapmış ve yüzüne …kürdüğünde rahmete yoracak kadar da yüzsüz. Her yaptığına bir kılıf bulan ve bunu da papaz hikayesinde olduğu gibi “hele sor ki niye yaptım” şeklinde izaha kalkan biri bu adam. Evet, “yağmur yağıyor, şimşek çakıyor ve bu durumda ne yaptığımı anlayamıyorum!” maskesinin arkasına sığınıyor! Bazen de megalomanlığı tutuyor ve karşı tarafı anlamamazlıkla, geri kafalılıkla suçluyor. Yüzümüze baka baka aklımızla alay ediyor. Yani bazen ekip oyunu bazen de tek kişilik “orta oyunu” oynuyor!
Evet, bu davranış şekli bir hokkabazın davranış şeklidir. Çünkü hokkabazlık tam bir seyirlik oyundur. Yamakları onu anlamaya çalışırken seyircileri güldürmeyi de beceriyorlar. Zaten görevleri de budur. Peki tiyatroya gitmeyenlere ne oluyor? Niye hokkabazı kendi haline bırakmıyorlar? Sürekli reklamına neden oluyorlar. Bir kötüye “En iyi cevap, ona cevap vermemektir” veciz sözünü bildikleri halde, niye ..ok sineği gibi onun yaptıklarına yapışıyor birileri. Kangal köpeğinin asaleti niye bazı Müslümanlarda yok!? Düşmanın silahıyla silahlanmak” Burada geçerli değildir, bilesiniz. Bunlara enüklerin havlaması gibi cevap verilemez! Biz kendi işimize bakmalı, işlerimizi adam gibi yapmalı, samimiyetsizlere en ufak koz vermemeliyiz, onları da kendi dairelerindeki oyunlarıyla baş başa bırakmalıyız. Müslüman, ağustos böceği gibi konuşarak (saz çalarak) bir şey elde edemez; karınca gibi, arı gibi çalışarak verimli ve faydalı olur. Bir kişinin, arada bir konuşarak hadlerini bildirmesi, diğerlerinin ise işini yapması en iyi cevaptır. Dolmuşa gelmeyelim!..
İsmet YALÇINKAYA
30.01.2020