Hayat ağacının çekiciliği, ölüm rüzgârının etrafımızdan götürdüğü solgun yapraklarla ne güzel anlaşılıyor.
Hayat-ölüm, güzel-çirkin, iyi-kötü, varlık-yokluk ve daha nice tezatlar, tezatlar… İşte yaratılışın sırrı…
Sırların sırrı…
Yaşama sevincinden ölüm şerbeti içinceye kadar geçen; her anın, her nefesin ve nefsin sırrı…
Dudaktan kalbe, gözden kalbe, kulaktan kalbe, akıldan kalbe doğru ilâhi nurlarla bezenmiş uhrevi yollar…
Ne mutlu!… Bu yollara gönül bağıyla bağlananlara… Ne mutlu, hayatın sırrını gönülden hissedenlere…
Ne mutlu “Eşref-i Mahlûkat” olduğunun şuuruna eren bahtiyar kullara…
Ne mutlu, nefsinde şeytanı mağlup edip; Hak yolda Allah adına kâinata hizmet edenlere…
Ne mutlu: “Elif okuduk ötürü/Pazar eyledik götürü/ Yaratılanı severiz/ yaratandan ötürü” diyip, bütün yaratılanlara İlâhi Rahmetin verdiği vecd ile gönül kapılarını açanlara…
“Yine de gel… Yine de gel!/Ne olursan ol yine de gel!/İster Mecusi, ister Hıristiyan/İster Putperest olsan da gel/Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil,/ yüz kere tövbeni bozmuş bile olsan/Yine de gel, yine de gel!” diyenlerin dergâhına koşup; ilâhi pınarlardan su içenlere, su içirenlere , ne mutlu!…
Ebediyete kadar bitmeyecek olan bu övgüyü dilden dile dolaştırmaya lüzum yok. Bizim sahamız, sanat ve edebiyat…
Öyleyse İlâhi mutluluğu; sanatıyla, sözüyle, şiiriyle kalemiyle, kelamıyla anlatanlara ne mutlu…
Allah (c.c) Kendi adını ve Kuran’ını öylesine yüceltmiştir ki; O’nu Kendisinden başka kimsenin daha iyi anlaması ve anlatması bahis konusu edilemez… Bu nedenle İslâm’ı her yüzyılda bir Müctehid, zamanın ilmiyle açıklayıp anlatmak durumundadır. Ancak o zaman hakikat aynasının üzerindeki sırlar çözülebilecektir.
İslâm’ı, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve Ashabından sonra, en iyi mutasavvıflar anlamışlar; O’nun emrettiği hayat anlayışını bizzat nefislerinde uygulamışlardır.
Tasavvuf: Kuran’ın özüdür. Hakikatin ve Hakkın kendisidir. Her şeyin yani “Mutlak Sırrın” aslıdır. Bu ilâhi çeşmeden su içenler; ilâhi sırrı özümseyerek kendilerinden geçer, nurla dolar ve ondan sonra da çevrelerine nur dağıtırlar. Yaşayışları, nefes alışları, anlayışları bütün hayat anlayışlarının ötesindedir.
Allah’tan (c.c) başka hiçbir şeyi talep etmeyen mutasavvıflar; dünyaya değer vermemiş, geçici heveslerden kendilerini soyutlamış, adeta hakikat yolunu erleri olmuşlardır. Bu hakikat yolunun erleri; çıktıkları çileli yollarda Allah için aşkın, vecdin ve coşkunun ayyuka çıktığı bir halle karşılaştıklarında, ilâhi güzelliğin cezbesine kapılmışlardır.
Bu nedenle: Mecnun Leylâ’ya: “Benim Leylâ’m gönlümde. Sen kimsin?” diye cevap vermiştir.
Bu nedenle, Hallacı Mansur idam sehpasında: “Beni düşmanın attığı taşlar değil, dostların attığı güller yaralar” demiştir.
Bu nedenle, Fuzuli: ”Yâ Rab belâ-yı aşk kıl âşnâ beni/Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni” demiştir.
“Canlar canını buldum/Bu canım yağma olsun/ Assı ziyandan geçtim/ Dükkânım yağma olsun.” Diyen Yunus; böylesine büyük olan “İlâhi aşkıyla” gönüllere taht kurmuştur.
İslâm Tasavvufunda bu aşk anlayışı; Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) yaşayışından itibaren bütün İslâm âlemini kuşatarak günümüze kadar gelmiştir.
Şahı Nakşibendî Hazretlerinden Seyyid A. Arvasi’ye, M. Zahid Kotku Efendi’den Esat Coşan Hocaya, Seyyid M. Raşid Efendiye kadar herkesin içtiği çeşme, hep bu ilâhi çeşmedir.
Bu sonsuzluk yolunun yolcusu olmak, o yolda benliğinden geçmek, elbette en büyük cihaddır.
Ne mutlu bu yolda canlarından olanlara… Ne mutlu bu yolun yolcusu olanlara…
Dünyanın bin bir bela, hastalık ve savaşla uğraştığı şu günlerde, tevekküle sığınmak kadar her türlü tedbiri almak ve tedbir alanlara yardımcı olmak da bu yolun yolcusu olmakla eş değerdir.
Şaban ayına yaklaştığımız şu günlerde; Allah’a ve O’nun yarattığı bütün varlıklara merhametli olmak, asli vazifemizdir.
En kalbi selam ve saygılarımla Cumanızı tebrik eder, başta milletimiz olmak üzere Ümmet-i Muhammed’e sonsuz güzellikler dilerim. (*)
Mehmet Emin Ulu
(*) Bu yazı 14 Nisan 1999 tarihinde Behzat Gazetesinde Yayımlanmıştır.