Zaman dokunamadığımız, kızamadığımız, bağırıp çağıramadığımız bir garip varlık… Her gün önümüzden geçip giden bir ırmak gibi; kimi zaman coşarak, kimi zaman taşarak, kimi zaman da içine sevdiklerimizi, dostlarımızı alıp gözden kaybolarak akıp gidiyor… Hiç mi hiç müdahale edemiyoruz, dostlarımız alıp götürürken… “Dur, nereye götürüyorsun dostlarımızı, anamızı, babamızı, sevdiklerimizi?…” diyecek olsak, hemen yüreğimize bir cevap yapışıyor: “Senin de gideceğin yere…Yani sonsuzluk diyarına… “
İşte o an susup kalıyoruz, derin düşüncelere dalıyoruz. Sevdiklerimizi hatırlıyoruz, onlarla geçirdiğimiz güzel günleri, solgun yapraklara dönüşen hatıralarımız aklımıza geliyor. Yüreğimizi yanıyor istemeden… Gözlerimiz buğulanıyor, iki damla yaş akıtıyoruz, sonra “Ölenle ölünmez” diyip hayatın akışına kendimizi bırakıyoruz…
Evet, böyle dostlar vardır… Fakat bir de ayrılıkları yürek yakan, gönül daraltan, başımıza bir daha kalkmayacak gibi dumanlar çöktüren, adam gibi adam olan dostlar vardır…
Sekiz Ocak Pazartesi günü böyle bir dostu gönderdik dönülmez diyara… Haber anlatamadık ne yara, ne de sevgi savurduğumuz gönül harmanına…
Bu dostumun, kardeşimin adı Mustafa Koçak’tı… Duyunca vefat haberini yüreğime düşen acı bir firaktı…
Kaç uzun yıldır, tanışırdık onunla bilmem… Bildiğim bir şey varsa; aynı coğrafyayı, aynı yüce dağları, aynı suyu, aynı havayı koklaya koklaya hayata başladığımızdır. Babaköy’ün başındaki dağların eteğindeki suların, kuytu köşelerinde hiç eksilmeyen karların serinliğiyle hangi zamanda, hangi mekândan olursa olsun yüreğimize serinlik vermekten, birbirimizi dinlemekten geri kalmazdık. Bazen sessimizi özlediğimiz zaman, ya o beni arar, ya da ben onu arardım. Zamanı aramızda eritip bitirir, uzun uzun sohbet ederdik… Yorgun İstanbul sokaklarından, türkuaz renkli boğazdan, firuze renkli Haliç’ten… Bazen efendiler efendisinden, bazen diyarı Mekke’den, bazen gurbet diyarı Yemen’den…
Sonra yeni kitaplara gelirdi. “Ne yaptın, yeni kitap olarak elinde ne var, neler yazıyorsun? Nasıl başladın, nasıl devam ediyorsun, her satırında zamanı ve mekânı dilim dilim dilimliyor musun?” uzayıp giderdi sohbetlerimiz… En son “ neredesin, Tokat’taysan gel, sohbet edelim, hasret giderelim!” der, “ Allah, kalemine güç versin! Dilerim Allah’tan, ölmeden önce kıymetin bilinsin!” duasıyla ayrılırdık…
Son derece mütevazı, gönül ve ruh temizliği olan, sevgisinin sonu olmayan bir garip, garip olduğu kadar da, derviş gönüllü biriydi. Ne hafız olduğundan bahseder, ne de 1001 bir hadis ezberlediğinden bahsederdi. Son bir yılda kadın şiddetiyle alakalı bir dava ile uğraşıyordu. Bu davanın konusunu bana anlatınca, öylesine ilgimi çekti ki, anlatamam. Tam bir roman konusuydu. Dava için ön dilekçenin metnini benim yazmamı istedi. Birkaç günde yazıp bitirdim. “Kardeşim bu konuyu roman olarak yazabilir miyim?” Diye rica edince: “Hocam, Allah senden razı olsun!… Ben de sizden bunu isteyecektim. Kalplerimiz birmiş. Heyecanla romanın bitmesini bekliyorum!” demişti.
O günden sonra seyrek görüşmeye başladık. Ben, büyük bir aşk ve heyecanla yeni romanımı yazıyordum. Arada telefonla “Nasıl gidiyor? Ne zaman bitecek?” diye sorardı. Bilmezdim ki, “O roman bitmeden ben biteceğim, gayret et!” diye bana ömür meyvesini, tüketmekte olduğunun haberini veriyormuş…
O roman bitti, Mustafa Koçak kardeşimin ömür sermayesi bittiği gibi… Adını “YİNE GÜZ GELDİ” koydum. Ve onun hatırasına ithaf ettim. İnşallah kısa zamanda basılır da onun adını ebediyen yaşatma imkânı doğmuş olur.
Bilmeyenler bilsin kıymetini
Dostlar çekip gitmeden aradan
Yine bir dost ayrıldı aramızdan
Mağfiretiyle kucaklasın yaradan!…
Mehmet Emin ULU