Tokat, tek caddesi olan bir şehirdi. Geyras’tan geçen yol, Bey bağının altından hapishanenin önünden, Kepaze meydanına ulaşırdı.
Bu meydanda bazı yolcular inerdi.
Dönüşte gidecekleri vasıtayı o meydanda beklerlerdi. Burası, caddenin bittiği yerdi. Gelen arabaya binerlerdi. Vasıtaların park edip beklediği yere, garaj denirdi. Garaj yazıhane, bilet almak yoktu. Kendi köyüne en yakın yoldan geçen her vasıtaya ( kamyon, otobüs, traktör, hatta yakın köylere giden at arabalarına) kepaze meydanından binerdi yolcular.
O gün şehirde kalmış olanlarda günlerini Behzat’ta gezerek tamamlardı. Geziler uzarsa: yukarı gidenler cezaevine ve rejiye ulaşır, Aşağıya yürüyenler meydanı geçer Niksar yolunu bulurlardı.
Cadde kenarında süslü, tarihi evleri Behzat camisini geçtikten sonra görürlerdi. Ahşap saçaklarını, birazcık sanata ilgisi olanlar, okurcasına seyrederdi. Önem vermeyenler kerpiç ev olarak görürdü.
Behzat camisinden meydana o caddede yürüyordum.
Yüksek kahvenin saçağı karşısındaki evin saçağı ile çok yakındı. “Bitişik” denilecek kadar yakın.
Bitişik nizamdaki ahşap evlerden konut olanların kapıları kapalı, dükkân ve işyerlerinin kapıları açıktı. Açık olan dükkân kapılarının bir kısmında levhalar vardı. Sadece bir dükkân kapısındaki ahşabın eskiliği, levhadaki yazının karakteri o kadar ustalıklı yapılmıştı ki, sanki duvarın yapıldığı ilk günden beri oradaymış izlenimi veriyordu.
Dikdörtgen levhada yeşil zemin üstüne koyu kahverengi: Dava vekili, hemen altında Ali Derin dere yazıyordu.
Dükkân, saçak, kapı, pencere olarak zamanın süsü ile donatılmış görünüyordu. Kapı girişine içeri çamur girmesin diye taş döşenmişti. O sırada bulunanlardan farklıydı.
Levhadan oranın ne dükkânı olduğunu merak ettim. Önünden geçerken korkarak içeri baktım.
Büyük masa arkasında kapıyı gözleyen iriyarı bir adam oturuyordu.
Beyaz gömlek ve elbisenin rengine uyumlu kravatını, aşağı sarkan gıdık kapatıyordu. İçerde çıkarma kuralını bildiği halde fötr şapkasını çıkarmamıştı.
O kadar iş yerleri arasında ayrıcalıklı gördüğüm boş dükkânı düşünerek yoluma devam ettim. Küçüktüm. Birilerine sorup öğrenmekte aklıma gelmedi.
Köyüme gittim. Babamın dâhil olduğu bir gurubun konuşmasını dinliyordum. Bunlar birbirlerine şehri anlatıyor, ileri gelenlerini görüp tanıdıklarından söz ediyorlardı. Amcam Mustafa çavuş dedi ki:
“Yeni gelmiş bir dava vekili var. Muhtar olduğum için yanına uğradım. Tanıştım. Adamda bir konuşma var. Onu ağzım açık dinledim. Anlattığına göre hâkim savcılar da ondan çekiniyorlarmış. Kazanmadığı dava yokmuş. Kör oğlanlar, kör Yusuf’un bahçesini mahkemeye vermişlerdi. Yusuf, Davayı ona vermiş. Yani, onu vekil tutmuş. O davayı da kazandığını söyledi bana. Dava vekillerinin de adı değişmiş. Herkes agu bat (avukat) diyor artık.”
Oradakiler ağzı açık dinliyordu muhtar amcamı. Oranın avukat dükkânı olduğunu köyde öğrenmiş oldum. Altmış yıl sonra şimdi halen merek ediyorum:
“Acaba Ali Derin dere baronun üyesi miydi?” Bu gün yaşıyor olsa Ankara’ya yürür müydü?”