DEĞİŞEN ZAMAN MI..? İNSAN MI..?

“Pahalı olanı kıymetli olan sanma, paha başka kıymet başka bir şey”

En çok kullandığımız, memnun olmadığımız ama benimsemek zorunda kaldığımız, çözümsüz sorunlara karşı,  sorunların üstünü kapatmak için söylediğimiz sözlerden biridir.

“Zaman değişti” sözü

Zaman nasıl değişti?

Bir dakika hala atmış saniye. Bir saat hala atmış dakika. Bir hafta yedi gün.  Cumartesiden sonra pazar. Yılın son ayı aralık. En uzun gece bile 21 Aralıktan vazgeçmedi. Aralık ayının 31’inci akşamı yılsonu, o gecenin sabahı ise yeni yılın ilk günü. Günler eksilip çoğalırken dakikalar bile şaşmadı. Kışın sonu bahar, baharın sonu yaz, gecenin sonu sabah. Dünya kuruldu kurulalı düzen aynı düzen, nizam aynı nizam, zaman aynı zaman, gerektiği gibi saniyesi saniyesine akıp gidiyor, bir saniye bile şaşmıyor değişmiyor…

Demek ki zaman değişmediğine göre…

Değişen insan ve insanlık…

İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, yılların yükü bedeni ne kadar vurgulanırsa vurgulansın, geride kalan yılların hesabını yapamayan bir “çocukluk zamanı” saklıdır herkesin içinde…

Bu zamana göre o zamanlar herkes yokluk içinde yaşıyordu. Vardı lakin markalı, pahalı, son model denilen arabalar yoktu. Çok katlı şatafatlı beton binalar henüz dikilmemişti. Evlerde fildişi sehpalar, devetüyü koltuklar henüz yoktu. Bekçilerin beklediği salıncaklı parklar bahçeler yoktu, harman yerleri çocukların oyun parkıydı.  Bayramdan bayrama salıncaklar “davar ağılına” kurulurdu.

O zamanlar insan insana daha yakındı. Ne telefon vardı ne de internet, WhatsApp’dan mesaj atmak da yoktu.Facebook’tan yediğini içtiğini, Instagram’dan giydiğini gezdiğini paylaşmak da yoktu. Ne tatil vardı ne turizm.

Birliğin, bağlılığın, dirliğin, kadirşinaslığın, anmanın, anılmanın, saymanın, sayılmanın tüm varlığını taa uzaklar da hissederdin. Gönüllerde taşınan sevgi ve duygu vardı.  Gönül sözü mektuplara satır satır işlenir, sarı beyaz kanatlı zarflar içinde gönül dostlarına ulaştırılırdı. Yakın komşular, uzakta ki akrabalar bir birinin özlemini taşır, gözü yolda kulağı kapıda olurdu…

O zamanlar insanlığın değerine parayla pulla değer biçilmezdi.

Uzanan elleriyle okşanan başımız, hoş sohbetleriyle tatlanan damağımız, koruyan, kollayan büyüklerimiz vardı..

Saygı hürmet ve âdâb-ı  muaşeret kurallarına riayet vardı. Elleri öpülüp baş üstüne konulur, bu şekilde belirtilirdi kadir kıymet bilmek, değere değer katmak, hoş edip hoş olmak.

Aradan çıkarılırdı gurbet ve garabet, böylece silinirdi kırgınlık kin husumet. Sevgiyle saygıyla yoğrulurken benliği, yok olurdu azamet büyümezdi kin nefret.

Keşke hep çocuk kalabilseydik…

Keşke köyümüzün bağrına bağlanıp orada çocuk kalabilseydik…

Büyüyüp değişmeseydik…

Belki hiç selfi çekinmezdik. Her anın fotoğrafını telefonlara kaydedip egolarımıza yenik düşmezdik. Bilgisayar oyunlarına takılıp kalan bir ömür çocuklarımızı zehirleyip öldürmezdik.

Kına gibi toprak, akşamdan akşama savrulan bacaların tezek kokulu dumanları gibi tezek kokardık o kadar.

Aslında biz bizden, kendi özümüzden uzak kaldık. Beton şehirlere yerleşip, kirli zehirli ortamda nefes alacak hava bulamadık lakin şehirli olmanın havasını attık. Topraktan uzaklaşıp sevgisiz, ruhsuz, mutsuz kaldığımızı halâ anlayamadık. Velhasıl, önce cennetten kovulduk, şimdi de cennetten bir parça olan dünyanın yapısını bozduk. Cennetten kovulurken suçlu şeytandı, şimdi ise “Zaman’a” bahane buluyoruz..

Zamanı günah keçisi olarak görmeyin, günah bizim.

Unutmamalıyız ki;

Mutlu ettiğimiz kadar gülümser, üzdüğümüz kadar ağlar, sevdiğimiz kadar sevilir, verdiğimiz kadar alırız.

Herkesin mutlu olduğu bir dünyada, çocukların mutluluğu ile yeşeren doğada, sağlıklı, huzurlu, sevgi dolu yaşam dilerim tüm insanlığa…

İhsan Genç:

This website uses cookies.