Bir efkâr hastalığıdır ”ihsan Genç’in yazıları,
Kırılan hatır’a gönül’e, notasız “TÜRKÜ” gibidir.
Günümüzde çoğu şeyi çabuk tüketir olduk, onun için eski zamana özlem duyuyoruz aslında. Eskiye olan özlem, bir geleneğe, bir hatıraya, ya da bir kişiye olan özlemdir. Yakın yada uzak geçmişte olması fark etmez.
Geçmişin kuytu köşesi, hayat mücadelesi veren vefakâr, cefakâr, zanaatkâr ve kanaatkâr insanların hikâyeleri ile doludur. Aslında bu hikâyeler topraklarımızda yaşanmış hayatlardır. Her hikâye, bu günlere derin izler bırakan birer siyah beyaz fotoğraflardır.
Topraklarımızdaki mekân ve insan ahengi, özümüzü harmanlayıp yoğuran hamurun mayasının ta kendisidir.
Demirci ustaları; Sessiz sedasız yaşamayı seven, kendine, kendi yaşayacağı bir dünya inşa etmiş, dünyasının etrafını da muhkemce çevirmiş, dünyasının sınırlarını aşmadan yaşayan şükür adamlarıdır.
Eski zanaatkârlar, hakkına razı olan, hukukuna riayet eden, hiç kimsenin malında mülkünde gözü olmayan, kanaat sahibi, haline şükür eden, gönlü temiz, mütevazı insanlardı.
Yandaki komşu ile bırakın kavga etmeyi, münakaşasını bilen, gören, duyan olmazdı.
Çataklarına kara oturmuş parmakları, besmele ile açar, besmele ile kapardı dükkânını.
Demirci zanaatkârları, zanaatte mahirleşirken, işinin ehli olma yolundaki sırrın ise, mesleğin tasavvufi bir eğitim yönünün de olduğuna olan inançlarındandı.
Kadim Türk kültürünün öğretisi ile yetişmiş olan ustalar, demirci ocağının ateşinin ezasına tahammülün, cehennem ateşinin azabını bastıracağına inanırlardı.
Zanaatkârların kazandığı her lokmada alın teri, her birikiminde göz nuru vardı. Kor edilmiş ocaktaki çeliğe, alın teri ile çelik suyunu verirlerdi.
Eskiden köylümüzün nesi vardı ki, bir iti, bir atı, bir avradı, bir çift öküzü, en önemlisi de olmazsa olmazı, atadan dededen kalma hacatları, “orağı, dirgeni, yabası, tırmığı, hasesi, çüt demiri, mesesi modulu, keseri, kazması, küreği ile itin çengeli ve at ile öküzün nalı.” Bu malzemeler köylülerimizin olmazsa olmazıydı.
Demirci Ustaları, köylümüzün ihtiyacı olan bu malzemeleri, ocağı yakıp da, körüğü çekip ateşi nar gibi edince, eline aldığı ham demirlere öyle bir çekiç sallarlardı ki demirler ezim ezim ezilir, kimi demir orak olur, kimisi dirgen, kimisi yaba, kimi demirde hase olur, kimi kazma kürek…
Ustalar zanaatkârlığını konuşturur, en yola gelmez demirleri bile istediği şekle sokarlardı, maşayla ucundan tutup kulak kıvırtır gibi, bir o yana bir bu yana kıvırtıp, daha sonra da soğuması için su varilinin içine bastırırdı. Su varilinin içine bastırmasıyla cossss diye bir ses çıkar ve tekrar soğuyan demiri çıkartıp ateşin içine yatırır, çekiçle, örsle, keskiyle, maşayla evire çevire tekrar tekrar döve döve demire boyun eğdir “hacat” haline getirirdi…
Demirci ustaları için, örs fedakârlıktı, o olmazsa olmazıydı ocağın. Körüğün tüm yaratılmışların tesbihini üflediğine inanırdı..
Namazlarını niyazlarını hiç aksatmaz, beş vakit kırk rekât camide cemaatle kılmaya özen gösterirlerdi.
Gönül adamlarıydı ustalar, edep bilir, adap bilir, dükkânını sadece bir zanaat yeri ticarethane olarak değil, aynı zamanda bir ocak, bir dergâh bir öğreti yeri olarak görürlerdi…
Zamanın ve mekânın insanla anlam kazandığını bilir, küçük büyük fark etmez insana değer verirlerdi. Değer verdikleri için, büyükten küçükten herkesten değer görür, mekânlarını ve zamanlarını kıymetlendirirlerdi.
Değer verdiklerimiz, başımızın en üstündedir.
Hürmet etmek evvel ve evlâdır. Hürmete layık olmak efdaldir, Hürmet sevginin, kadir kıymet bilmenin vefanın ve vefa bilmenin, saygı duymanın anahtarıdır, o olmazsa gönül kapısı açılmaz.
Saygı ve sevgilerimle