ESKİDEN KAR YAĞARDI, KÖYDE TOPRAK DAMLARDA SIRT SIRTA YAŞARDIK

Artan nüfus, yetmeyen ekonomi, eğitim, sosyal güvence, iş, istihdam ve geçim dertleriyle tetiklenen göçler başlayıp, teknoloji, İnternet, televizyon dizileri aracılığı ile de dayatılan Tele-vole kültürü baskın gelince, önce duygularımız sonra dimağımız öldü.

Sevgisiz gönüller, bencillik, ikbal, unvan ve zenginlik yarışı ile bozulan büyüğe küçüğe saygı hiyerarşisi, merhametsiz büyükler ve saygısız çocuklar töredi.

Neşeli sevgili muhabbetli ortamlar, kalabalık haneler, vefalı dostluklar, zengin gönüller, babacan komşular, eğlenceli ortamlar, paylaşılmasından gurur ve keyif alınan bereketli sofralar ve kadim kültürümüz bütünüyle tarihe karıştı.

Günümüz dünyasında ne yazık ki geleneklerimiz ve değerlerimiz unutularak, dostlukların gittikçe madde ve çıkar üzerine kurulmaya başlamasıyla, toplumun bireyselleşmeye ve yalnızlığa doğru itildiğini yakinen izliyoruz.

Kırk- elli yıl, insan ömrü için çok uzun bir zaman dilimi sayılsa da insanlık adına çok kısa denilebilecek yarım asır sayılır.

Ben sizleri bir kırk elli yıl öncesine götürmek istiyorum.

Kırk elli yıl önce insanlar radyoyu gördüklerinde; “bir kutunun içine adamlar girmiş konuşuyorlar” sanırdı.

Öyle herkesin evinde de radyo falan yoktu. Köyde bir kaç ailede radyo olurdu. O zaman radyo, şimdi inek, tosun, dana, doluk, nohut, mercimek aldığımız dış ülkelerden ithal gelirdi. Ama o zaman şimdiki gibi, inek, tosun, dana, doluk, mercimek, nohut ve “kültür” uzak ülkelerden ithal edilmezdi.

Yine durumu iyi aileler de löks lamba, orta gelirli ailelerde fitilli on dört numara gaz lambaları, fakir aileler ise fitili çaputtan olan basit teneke idare lamba yakarlardı…

O zamanlar insanlar kendi kendilerine yeterlerdi.

Herkes kışa hazırlıklı girerdi…

Kış ayına girdiğimiz bu günler gibi, o zamanlar kar yağmaya başladım mı dünyaya ile irtibat kesilirdi. Herkesin kışlık erzakları kilerlerinde kırtığına kadar dolu olurdu. Yine herkes kendi kışlık yiyeceği gibi, ahırlarındaki hayvanlarının da otunu, kesini, sapını, samanını hayvanlarına yetecek kadar samanlığa stok ederlerdi.

Akşam gün batmadan önce ahırda ki hayvanlar yemlenir, sonra kapının önündeki itin yalı ile kedinin yiyeceği verilir, sonra da evin halkı için sofra kurulur, bütün ev halkı yer sofrasının etrafında bağdaş kurup otururdu.

Kuru yavan acı soğan demez, misafir ikramsız bırakılmazdı. Halil İbrahim bereketine inanılır, sofradan şükür ile kalkılırdı. Çocuklar “Ananın ekmeğine kuru, ayranına duru denmez.” darb-ı mesel ile büyürlerdi.

Kış gecelerinde tezek yanan sobanın kenarında, koyu çay sohbetleri yapılırdı. Dedeler menkıbeler ile tarihi dillerde taşırdı. Kar korkusu kışı zehre çevirmezdi. Karların mikrobu kırdığı bilinirdi. Karlı geçen yılın yazının bereketli olacağına inanılırdı.

Kızlar çeyizleri için el emeği göz nuru der, harıl harıl işleme yapardı. Her yanlış bir nakış, sözüyle halılar, kilimler, heybeler dokunurdu. Mendil kenarları işlenir, her renge bir mana yüklenirdi.

Köyün, köylü olmanın manası buydu.
Köyde yaşayanlar, şehirlerden kalabalıktı.
Üreten geliştiren köylüydü.

Lakin sistem, köylüyü köyünden ayırdı. Kapitalizm onları köyde bırakmadı, şehre göçürdü. Sabanı, orağı, atı, eşeği, emekli etti. Köyler şehirleşti, şehirliler köylüleşti.

İşte, otuz, kırk, elli yıl önceki o zamanlar; Yoktu, yoksulduk ama mutluyduk yüzümüz gülüyordu. Komşularımız ailemizin birer ferdi giydi. Büyüklerimizi sayıyor, küçüklerimizi seviyorduk. Ayağımızda cızlavıt lastik ayakkabılarımız vardı ama yüzümüz gülüyordu.

Şükrümüzü biliyorduk, nedensiz, çıkarsız sevgi ile beslenirdik. Tozpembe günlük değil, çeşme başlarında, tezek kalaklarının, ot yığınlarının ardında göz göze gelmiş, el ele değmemiş, bir ömürlük sevgilerimiz olurdu.

Peki ya şimdi..?

İhsan Genç:

This website uses cookies.