İnsan, doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Bu nedenle, hep anlama ve anlatma ihtiyacı içinde olmuştur. Bu ihtiyaç da, kısa zamanda anlaşma ihtiyacına dönüşmüştür. Kişinin, etrafında bu ihtiyacı paylaşacak başka insanları bulması da, bu isteği kamçılamıştır. Bu durum, giderek dillerin doğuşu olgusunu ortaya çıkarmıştır. Tıpkı, kuşların kanatları oluşunca uçmak istemeleri gibi.
İnsanlar arasında en etkili anlaşma aracı dildir. İnsanları bir arada tutan en güçlü bağ da dil birliğidir. Zira, birbirini anlamayan insanların bir arada yaşaması, sadece kişisel gözlemlerimize göre değil, toplum bilimi ve ruh bilimi ilkelerine göre de mümkün değildir. Tarih, ulusların zaman zaman her şeylerini; hatta vatanlarını bile yitirdiklerini; fakat bunları bir süre sonra yeniden kazandıklarını; ama dillerini yitirince, tıpkı havada uçuşan sabun köpükleri gibi kısa sürede yok olup gittiklerini, pek çok ibretli olaylarla gözlerimiz önüne sermektedir.
Bir arada yaşayan insanların birbirleriyle rahat bir şekilde anlaşabilmeleri için, dil örgüsünde yer alan her öğeyi birlikte anlamlandırmaları gerekir. Anlaşan kişilerin her “ses” te, her anlam ve kavramda birleşmeleri gerekir. Bir başka ifadeyle; varlık sesi, ses de varlığı çağrıştırmalıdır. Değerli kardeşim Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN’ın ifadesiyle, “Konuşma eyleminin gerçekleşebilmesi için konuşan, dinleyen ve sözü edilenin aynı seslere, aynı anlamları yüklemiş olması gerekir.” Tıpkı, bizim “taş” dediğimiz sert cisme Farsların “seng”, Arapların “hacer” demeleri gibi. Yahya Kemal BEYATLI, “Her halk, kendi ikliminin dilini söyler.” diyor. Nitekim, araştırmacılar Eskimo dilinde “kar”la, Arapça’da “deve”yle ilgili çok sayıda sözcük yer aldığını belirlemişlerdir. Aynı bakışla, ünlü Fransız yazarı La Rochefeucaul da, “Doğduğumuz yerin ses özelliği, dilimiz gibi zihnimize, gönlümüze de işler.” demiştir. Nurullah ATAÇ, dilin bir medeniyet olayı olduğunu, bir medeniyetin kurduğu dilin, başka bir medeniyetin düşündüklerini söyleyemeyeceğini; bir ulusun, medeniyetini değiştirdiğinde, dilini de değiştirmek zorunda kalacağını söylüyor. Aynı şekilde, Ziya GÖKALP de, “Bir ulusun kültürünün kabı, kılıfı, konuşma dilidir; uygarlığın kabı, kılıfı yazı dilidir. İki dilli uluslarda kültürle uygarlık birbirine karışmazlar, birbirine yabancı kalırlar.” demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, dille toplum arasında kopmaz bir bağ vardır. Bunun için de her ulus kendi dilini oluşturmuştur. Her ulusun dili, sadece hâlde yaşayanların değil, geçmiş kuşakların da değerlerini, soluklarını günümüze taşımıştır. Bir eski Mısır şiirinde, “Dil yiğit elindeki kamçı gibidir.” dizesi yer almaktadır.
Dillerin doğuşu konusunda henüz yeterli bilgilere sahip değiliz. Sadece kuram niteliğinde bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunların başlıcalarını kısaca şu başlıklar altında açıklayabiliriz:
1. JEST VE MİMİKLER GÖRÜŞÜ:
Bu görüşte olanlar, “ilk anlaşma aracı”nın jest ve mimikler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kişi iç evrenindeki duyuşlarını bu yolla dışa vururken, çoğu birer hece niteliğinde olan bazı sesler de çıkarmıştır. Zamanla dilin sözcükleri bu çekirdek sözler üzerine kurulmuştur.
2. ÜNLEMLER GÖRÜŞÜ:
Bu görüştekiler, dillerin doğuşunu ünlemlere bağlamışlardır. Kişi, iç dünyasında oluşan şaşkın ve taşkın duygularını dışa vururken, bazı sesler çıkarmıştır. Bu görüşte olanlar da, ilk sözcüklerin bu seslere dayandığını ifade etmişlerdir.
3. YANSIMALAR GÖRÜŞÜ:
Bu görüşte olanlar, dillerin doğuşunu yansımalara bağlıyorlar. Buna göre, kişi gözlerini hayata doğanın kucağında açmıştır. Çevresinden duyduğu türlü seslerden esinlenmiş, onları taklit ederek kendince anlamlı sesler çıkarmıştır. Bu görüşte olanlar da ilk sözcüklerin bu sesler üzerine kurulduğunu ve geliştiğini ifade etmişlerdir.
Görüldüğü üzere, bu görüşlerden hiçbiri, dillerin doğuşu konusunu tek başına açıklamaya yeterli değildir. Bu konuyu Değerli Dil Bilgisi Öğretmenim Rahmetli Rasim ŞİMŞEK, Türkçe Anlatım adlı kitabında şöyle açıklıyor: “İlkin konuşma yolu ve söz bulunmuştur. Söz bulununcaya değin yüzyıllar geçmiştir. Dillerin doğuşu konusundaki araştırmalara göre, kişi, ilkin GÖVDE (jest) ve YÜZ (mimik) İMLERİ ile anlaşmış; sonra dış evrenden aldığı izlenimlerle kendi iç yaşantılarını adlandırarak YANSIMA (Fr. onomatopee) ve ÜNLEMLER e geçmiş; bunlardan da söz’ü yaratmıştır. DOĞAL DİL diye adlandırılan bu İLK ANLAŞMA ARACIndan, sözlü anlatımda bugün de yararlanılmaktadır. Konuşurken, yerine göre EL, KOL, BAŞ ve YÜZ, GÖZ, KAŞ im (=işaret)lerine başvuruluyor. Şu var ki bunlar, konuşma dilinin gerçek aracı değildir. Konuşma dilinin gerçek aracı, önce belirtildiği gibi, söz’dür.”
…
“Söz, uygarlığın temeli ve çekirdeğidir. Ulusların düşünce, sanat tarihlerinde ilkin sözlü verimlerle karşılaşılması da bunu gösterir.”
Duygu ve düşüncelerimizi anlatmanın iki yolu var: Konuşma Dili, Yazı Dili. Konuşmalarımız, günlük hayatın akışı içinde ya beklenmedik bir anda karşı karşıya kaldığımız GELİŞİGÜZEL (hazırlıksız) KONUŞMALAR, ya da bir topluluk önünde yapmamız öngörülen HAZIRLIKLI KONUŞMALAR şeklinde gerçekleşir.
Gelişigüzel konuşmaların görgü kuralları dışında bir bağlayıcılığı yoktur. Bu tür konuşmalar, iki ya da daha çok kişiler arasında gerçekleşir. Hatır sorma, selamlaşma gibi konuşmalar bu gruba girer.
Hazırlıklı konuşmalar, adı üstünde ciddî hazırlıklar gerektiren; belli kural ve ilkelere bağlı, konusu ve amacı önceden belirlenmiş planlı konuşmalardır. Sempozyum, panel, konferans gibi konuşmalar da bu gruba girer.
Değerli Edebiyat Eleştirmeni Prof. Dr. Mehmet KAPLAN, “Türk Dili” başlıklı yazısında; dilin, bir milletin kültür değerlerinin başında geldiğini, “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ettiğini belirttikten sonra, insan topluluklarını bir yığın ya da kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani “millet” haline getirdiğini ifade ediyor. Değerli yazarımız aynı yazısının devamında şu cümlelere de yer veriyor:
“Dilini bilmediğimiz bir ülkede, etrafımızda milyonlarca insan kaynaşsa da kendimizi ‘yalnız’ hissederiz.”
“Dil, ferde cemiyetin bağışladığı en büyük miras ve donatımdır.”
“Biz dili kelime kelime değil, cümle cümle öğreniriz. Kelimeleri alfabe sırasına dizen sözlükler, onları canlı muhitlerinden çıkarırlar. Dil, konuşulan ve yazılan ‘cümleler’den ibarettir. Cümleler ise bir duygu ve düşünceyi ifade eder. Gerçek dil hakkında bir fikir edinmek için sözlüklere değil, konuşmaya veya yazılı metinlere bakmak lazımdır.”
Değerli Hocamız, “Dil ve Kültür” başlıklı yazısında da aynı düşüncelere yer veriyor:
“Sabahtan akşama kadar evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.”
“Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır.”
“Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurlar alır. Her medeni milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mana kazanır.”
“Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara ‘duygu, düşünce, hayal müzeleri’ demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz.”
“Dil ve insan” başlıklı yazısında da Prof. Dr. M. KAPLAN, aynı konuda şu cümlelere yer veriyor:
“Heidegger ‘Dil insanın evidir.’ derken, dil ile insan arasındaki yakın münasebeti belirtmek istemiştir. İnsan yerine millet demekte bir mahzur yoktur. Zira dillerin başlıca vasfı, ‘millî’ oluşlarıdır.”
“Dil konusunda en çok yanılanlar, dili, tarihten, kültürden, toplumdan, bir kelime ile insandan ayıran dilcilerdir. Hani şu çok işe yarayan sözlükler, gramer kitapları yok mu onlardır, insanları dil konusunda aldatan. Dünyada sözlük ve gramerden daha sun’î hiçbir şey yoktur. Ionesco’nun yaptığı gibi sözlük ve gramere göre konuşan robot insanlar icat etmek suretiyle, insanlar güldürülebilir. Dünyada kimse sözlük ve gramere göre konuşamaz.”
“İnsan için önemli olan dilin kendisi değil, dil ile anlatılan şeydir. Dil bir vasıtadan başka bir şey değildir. Fakat vasıta olmadan insan bir şey yapamaz. Vasıta olmak, dili küçültmez, tam tersine dilin şanı, şerefi, vasıta oluşundadır. Dil olmasa birbirimizle anlaşabilir miydik? Dil olmasa tarih, kültür, edebiyat ve medeniyet de olmazdı… Dil de bir bakıma hayatın aldığı bir şekildir. Bir şiir, hikaye ve romanda dil, içini dolduran hayat gücü ile pırıl pırıl parlar… Dili insandan, tarihten, kültürden ayıranlar, sanat, kültür ve insanla ilgisi olmayan yaratıklardır. Onlardan korkunuz. Tuğlaları incelemek için binayı başınıza yıkarlar.”
Dilci yazarlarımızdan Doğan AKSAN da “Ya Dil Olmasaydı…” başlıklı yazısında yine dil-kültür bağlantısına değiniyor ve şu cümlelere yer veriyor:
“Gerçekten dil, insanı öteki varlıklardan ayıran konuşma yeteneğini, düşünüleni, duyulanı, ayrıntılı bir biçimde açığa vurabilme gücünün adıdır. Biz, bunun için konuşmayan kimselere ‘dilsiz’ diyor, herhangi bir nedenle söz söylemeyecek duruma gelmeyi de ‘dili tutulmak’ deyimiyle anlatıyoruz.”
Değerli yazarlarımızdan Nermi UYGUR, “Dil, Ana Dil, Yabancı Dil” başlıklı yazısında, dille ilgili olarak şu cümlelere yer veriyor:
“Hangi dil güçlüdür?
Rüzgârın sesini, suyun tadını, şimşeklerin göğü işleyişini, kızarmış ekmek kokusunu, gözümün seyirişini gerçekte veren dil, güçlüdür.”
“Dil, yaşamın eklentisi değil, vazgeçilmez bir öğesidir. Yaşama tahtaysa, dil, tahtayolu; yaşama dalgaysa, dil, su; yaşama ağaçsa, dil, yaprak; yaşama kuşsa, dil, kanat…”
Konuşma ve yazmada en önemli malzeme dildir, dildeki sözcüklerdir. Böyle olmakla beraber, güzel ve etkili konuşabilmek için sözcükler tek başına yeterli değildir. Konuşmayı etkili kılabilmek için, kararında ve kıvamında olmak koşuluyla beden dili’nden de yararlanmak gerekir. Nitekim, psikologlar konuşmalarda beden dilinin % 60 lık, söz ve sözcüklerin ise, sanıldığının aksine, sadece % 10 luk bir etki payına sahip olduğunu ifade ediyorlar.
Bir konuşmacının yetkinliği, sözcük dağarcığına, sözcükleri kullanma becerisine; diğer bir ifadeyle anlatım yeteneğine bağlıdır. Hiçbir yazar ve konuşmacı, sınırlı sayıda sözcükle yazamaz ve konuşamaz. Çünkü o yazar ya da konuşmacının dünyaya bakış açısı, bildiği sözcük sayısıyla sınırlıdır. Bu nedenle, bir konuşmacının her şeyden önce geniş bir sözcük dağarcığına sahip olması gerekir. Bir o kadar da sözcükler arasındaki ince anlam ayırtılarını bilmesi gerekir. Nitekim Mark Twain, “Uygun kelime ile, hemen hemen uygun kelime arasındaki fark, ateş ile ateş böceği arasındaki fark kadar büyüktür.” diyor. Sözcük dağarcığını geliştirmenin üç yolu vardır: Usta kalemlerden çıkan edebî eserleri okumak, usta konuşmacıların konuşmalarını dinlemek, yazılışında ve söylenişinde tereddüte düştüğümüz sözcükler için mutlaka Yazım Kılavuzu’na başvurmak.
Duygularımızın doğuş kaynağı gönlümüz, düşüncelerimizin doğuş kaynağı da zihnimizdir. Uzmanlar, her ikisine birden “gönül dili” diyorlar. Gönül dili dışarıdan görünmez. Derinlerdedir. Buzdağının suyun altında kalan kısmıdır. Konuşmanın ilk basamağıdır. Gönülden yola çıkarak ağza doğru ilerleyen duygu ve düşünceler, konuşma sırasında yüze de yansır. Buna da “beden dili” diyoruz.
Beden dili, konuşmada anlatıma güç vermesi bakımından sözden daha etkili olan hareketlerdir. Konuşmanın son ve en az etkili olan aşaması da ağzımızdan çıkan sözlerdir. Buna da yaygın ifadesiyle “ses dili” ya da “konuşma dili” diyoruz.
Gözler, bakışlar, anlatımın en etkili yardımcı araçlarıdır. Her şey yalan söyler, ama gözler yalan söylemez. Ödünsüzdürler.
Duygulu şairimiz Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in dediği gibi:
Bir bakış, bir bakışa neler, neler anlatır,
Bir bakış, bir âşığı saatlerce ağlatır.
Nurullah GENÇ’in şu mısraları da gözlerle ilgilidir:
Yüreğimden hıçkıran bir “ah” mıdır gözlerin?
Beni benden koparan “eyvah” mıdır gözlerin?
Bu gözler o aydınlık, o güzel gözler değil,
Yoksa yabancı mıdır, günah mıdır gözlerin?
…
Kubbesinde yitirdim zaman duygularımı
Akşam mıdır, gece mi, sabah mıdır gözlerin?
Ruhumu baştan başa acılarla dokuyan
Beynimi kurşunlayan silah mıdır gözlerin?
Edebiyatımızda dili iyi kullanan büyük şair ve yazarlara “dil kuyumcusu” deniliyor. Bunlardan biri de Prof. Dr. Mehmet KAPLAN’dır. Mehmet KAPLAN, bu “dil kuyumcusu” ibaresine açıklık getirmek için olsa gerek, “Kelime şiirde âdeta hassas terazi ile tartıldığı için dilin imkânlarını en iyi bilenler, şairlerdir.” diyor.
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “Ana Dili” başlıklı şiiri, sanki dil-kültür bağlantısını dile getiriyor:
Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime.
Duygu ve düşüncelerimizin “söz” le ifade edilmesine konuşma diyoruz. Konuşmada aslolan, “ne” söylediğimiz değil, “nasıl” söylediğimizdir. Söylediğimiz bir söz, her şeyden önce yapıcı olmalıdır. Gönlümüze sıcaklık, fikrimize ışık salmalıdır. Nitekim, Aristo, “Bir bıçak, bir katilin elinde birini öldürmek, bir doktorun elindeyse bir hayatı kurtarmak için kullanılır.” demiştir.
Söz ustaları, düşünerek, seçerek ve özenerek konuşan insanlardır. Türk ve Dünya Edebiyatı, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Burada sözü güzel ve etkili kullanmak açısından ibret verici iki anekdotu paylaşmak istiyorum. Birincisi Ezopla ilgili, ikincisi, biraz masalla karışık.
Anlatıldığına göre, Ezop, bir köledir. Bir gün, efendisi Ezop’u çağırır ve ona:
– Bugün konuklarımız var. Onlar en sevdiğim dostlarım. Onları en güzel şekilde ağırlayacağız. Bu nedenle, bugün onlara dünyanın en tatlı (kaliteli ve lezzetli anlamında) yemeklerini hazırlayacaksın, der.
Ezop, “Başüstüne efendim.” der ve çekilir. Akşam yemek servisi başlar. Önce çorba servis edilir. Dilden yapılmıştır. Ardından baş yemek gelir. O da dilden yapılmıştır. Arkasından çerez ve kuru yiyecekler gelince, konuklardan biri tepkiyle ayağa kalkar ve:
– Ne oluyor, anlayalım, bizimle alay mı ediliyor, der.
Bunun üzerine sinirlenen ev sahibi, Ezop’u çağırtır ve onu konuklarının önünde iyice bir paylar; bir daha böyle bir densizliğe meydan vermemesi için onu uyarır. Ezop bir şey söylemez, başı önünde dışarı çıkar.
Aradan bir hayli zaman geçmiştir. Bir gün efendisi, Ezop’u yine çağırtır. Ona:
– Bugün yine konuklarımız var. Bunlar en sevmediğim insanlar. Onlara dünyanın en acı (kalitesiz ve lezzetsiz anlamında) yemeklerini hazırlayacaksın, der.
Ezop, yine “Başüstüne efendim.” der ve çıkar. Akşam yine yemek servisi başlar. Sırasıyla, çorba, baş yemek, çerez, kuru yiyecekler gelir. Yine hepsi de dilden yapılmıştır. Bu sefer iyice sinirlenen efendisi, Ezop’u çağırtır ve ona öfkeyle çıkışır; önceden uyardığı halde niye yine aynı hatayı yaptığını sorar. Söylenenleri sessiz ve derinden dinleyen Ezop, cevap verir:
– Efendim, siz önceden dünyanın en tatlı yemeklerini yapmamı istemiştiniz. Yaptım, dilden yaptım. Bugün de dünyanın en acı yemeklerini yapmamı istediniz. Yaptım, onu da dilden yaptım. Çünkü dünyada en tatlı olan da en acı olan da dildir.
Konuklardan biri ayağa kalkar ve:
– Ezop haklı, der.
İkinci anekdot da şöyle anlatılır:
Padişahlardan birinin üç oğlu varmış. Bir gece padişah sıkıntılı bir rüya görmüş. Bir elma ağacının dibinde otururken, önüne kısa aralıklarla üç elma düşmüş. Önce olağan bulduğu bu olayı, sonradan biraz manalı bulmaya başlamış ve kendince yorumlamaya çalışmış. Lakin olaya bir mana verememiş, içi daraldıkça daralmış, başını kara düşünceler sarmış. O sıkıntıyla uyanan padişah, derhal saray bilicilerini çağırmış. Onlardan bu rüyayı yorumlamalarını istemiş.
Birinci yorumcu:
– Maalesef, padişahım, oğullarınız kısa sürede birer birer ölecekler, demiş.
Zaten sıkıntıdan iyice bunalmış olan padişah, hepten öfkelenmiş ve bu biliciye ölüm cezası vermiş.
Sonra ikinci bilici çağrılmış, o da:
– Yüce padişahım, oğullarınız sizin ölüm acınızı yaşamayacaklar, demiş.
Bir hayli rahatlayan padişah, bu biliciyi de ödüllendirmiş.
Demek ki konuşurken ne söyleyeceğimizden önce, nasıl söyleyeceğimizi de bilmemiz ve belirlememiz gerekiyor.
Muhsin ERTUĞRUL, “söz”ün önemini şöyle dile getiriyor:
“Tiyatroda en önemli oyuncu, sahneye ilk çıkan oyuncudur… En önemli söz de sahneye ilk çıkanın ağzından çıkan ilk sözdür.”
Yine aynı yazarımız, “Tiyatronun Değeri” başlıklı bir yazısında sözün önemiyle ilgili olarak şunları yazıyor:
“Tiyatronun en büyük gücü ‘söz’dedir. Üstün insanlardan bize kalan tek düşünce anıtı, bu granit sözcüklerle örülmüştür. İnsanlığın sesi, tiyatroda duyulan sözlerle kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa geçer, geleceklere armağan kalır. Tiyatroda seyircinin kana kana içeceği, bu söz yağmurudur; ruhları yıkayan, bu söz tufanıdır.”
Millet hayatında bu ölçüde önemli bir yere sahip olan dil, güç ve etkisini, ancak anlatım düzlemine girdiği zaman gösterir. Anlatım düzlemine girmeyen bir dil, kullanılmayan bir araç gibi, bir kenarda sessiz, cansız, işlevsiz bir şekilde öylesine duruyor demektir. Onu canlı, etkili ve işler duruma getirmek, o dili kullanmak durumunda olan insanların; bizim, hepimizin görevidir. Bu, vatanı korumakla, milleti yaşatmakla, bayrağı dalgalandırmakla eş değer bir görevdir.
Dili ulus yaratır, o ulusun sanatçıları geliştirir, güzelleştirir. Bu nedenle, dil, millî, anlatım bireyseldir. Hemen belirtmeliyiz ki, yazmak gibi konuşmak da bir sanattır.
Cumhuriyetimizin kurucusu ve inkılâplarımızın öncüsü Ulu Önder ATATÜRK, her alanda olduğu gibi dil konusunda da milletimize öncülük etmiştir. Bu alanda çalışmalar başlatmış, bu çalışmalara fiilen katılmış; dilimizi geliştirip zenginleştirmemiz yönünde izleyeceğimiz yol haritasını da bizzat kendisi çizmiştir. Bu yönde, her biri, birer düşünce anıtı olan güzel söz ve demeçleri ortaya koymuştur. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyorum:
“Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz.” (1932)
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.” (1930)
“Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, an’anelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” (1931)
Atatürk, sadece “söz adamı” değil, “fiil adamı” dır, aynı zamanda. Bir hatiptir ve bunun için de milletini kendisine ve mücadelesine inandırmıştır. Bu inanç ve güven sayesindedir ki, milletiyle el ve gönül birliği yaparak, önce bir vatan kurtarmış; sonra da bir memleket kurmuştur.
Kendisi de büyük bir hatip olan Hamdullah Suphi TANRIÖVER, “Fırtına Kuşu” başlıklı yazısında Atatürk’ün hatipliğini şu sözlerle anlatıyor:
“Onu ilk defa Meclis’in önünde ve kürsüde görüyorum… Okulun yetiştirdiği kimseler, dağın, kırın ve geleneğin yetiştirdiği kimselerle birlikte toplantı halindeyiz. Kürsüye çıktı ve davasını açıkladı. Bugünkü Türkiye, iyi söylenmiş bir söz üzerine kurulmuştur.
Fırtına Kuşu, elinde kendinden başka bir kuvvet olmaksızın karşımıza çıktığı vakit, ona kim inanırdı; eğer sesinde o büyük iman olmasaydı. Kelimeler ağzından çıktıkça, arkada bir şey kurulduğunu anlıyorduk. Konuşuyor ve bir şey bina ediyordu. Her kelime, kayaların içine oyulmuş çukurlara temel taşları gibi iniyordu. Kumral adamın mavi gözleri, ara sıra dinleyenlere bakıyor.
…
Söz adamı, fiil adamının yollarını açtı. Memleketi kurtarmadan önce kalpleri tasadan kurtarmak lazımdır. Fırtına Kuşu, en evvel kalpleri kazandı.
…
Memleket kurtuluşunun başında bir hatip vardır; onun askerî, teşkilatçı, ıslahatçı… bütün diğer kuvvetleri, hatibin inandırdığı ruhlar üzerinde çalışmak imkânını buldular.”
Yukarıdaki sözler bana Atatürk’ün, “Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”, “Korku üzerine hâkimiyet kurulamaz. Toplara dayanan hâkimiyet devamlı olmaz.” sözlerini hatırlatıyor.
Gerçekten de kalplere hükmetmenin yolu, hitaptan, hatiplikten, gönüllere ulaşmaktan geçer. Atatürk, bu sırra ulaşmış ender insanlardan biridir. Onun “Gençliğe Hitabe”si ve 10. yıl Nutku, edebiyatımızın sadece hâldeki değil, bütün geleceklerdeki Türk insanına seslenen görkemli anıtlardır.
Gerçekten, Atatürk, gençliğe en kapsamlı öğütleri, Gençliğe Hitabe’de vermiştir. Gençlerimiz, bu hitabeyi tekrar tekrar okumalı ve tarihsel derinliğini kavramalıdırlar. Dil ve anlatımındaki güzelliği, yetkinliği; fikir ve millî ülkü boyutundaki ışık ve sıcaklığı fark etmelidirler. Orada çizilen “Türk gençliği” portresini tanımalı ve bu tarih aynasında kendilerini seyretmelidirler. Varsa noksanlıklarını tamamlamalıdırlar.
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, dünden yarına bir köprü, bütün geleceklerin Türk insanına sonsuz bir sesleniştir. Bu nedenle bu metin, hitabenin ötesinde bir kitabe; kitabenin ötesinde bir tarih, tarihin de ötesinde bir ibret ve öğütler manzumesidir. Tıpkı Göktürk Kitabeleri gibi, tıpkı 10. yıl Nutku gibi. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, Göktürk Kitabeleri ve 10. yıl Nutku’nda aynı fikir ve ülkü, aynı öğütler, aynı dille, aynı amaçla dile getirilmiştir. Yetkin dilcilerimizden rahmetli Prof. Dr. Muharrem ERGİN, Göktürk Kitabeleri’nin dilimiz ve kültürümüz açısından taşıdığı değer ve önemi, “Orhun Abideleri” adlı eserinin ön sözünde şu cümlelerle dile getirmektedir:
Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin… Türk edebiyatının ilk şaheseri… Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri… Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı… Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numunesi… Türk milliyetçiliğinin temel kitabı… Bir kavmi millet yapabilecek eser… Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık… Türk dilinin mübarek kaynağı… Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği…
…
“Gerçekten Orhun Abideleri’ni, bugün Türkiye’den binlerce kilometre uzakta eski Türk yurdunda, bugünkü Moğolistan’da Türklüğün şehadet parmakları olarak yükselen bu mübarek taşları, kana kana okumak, her kelimesi üzerinde derin derin düşünmek, resimlerini huşu içinde seyrederek ruhu yıkamak, her Türk için millî bir ibadettir.”
Öyleyse gençlerimiz, gerek bu hitabeleri, gerekse Atatürk’ün Nutuk adlı kitabını sayfa sayfa, satır satır okumalı, yorumlamalı ve böylece kim olduklarının farkına varmalıdırlar. Bir kez daha öğrenmelidirler.
Atatürk, bir konuşmasında çocuk ve gençlere vereceğimiz dil ve edebiyat eğitiminin esaslarını şöyle açıklıyor:
“a) Türk çocuğunun kafasını, fıtrî yaradılışındaki dikkat ve itinaya göre oluşturmak.
b) Güzel muhafaza edilen Türk kafa ve zekâlarını açmak, yaymak, genişletmek.
c) Bir taraftan da, Türk kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterindeki sağlamlıkları, Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri, kendilerini hiç zorlamadan, tabii bir tarzda ve olduğu gibi ifadeye onları alıştırmak.
Bunlar yapılınca, netice şu olacaktır:
Türk çocuğu konuşurken, onun ifade ve anlatış tarzı, Türk çocuğu yazarken, onun ifade üslûbu, kendisini dinleyenleri, onun yürüdüğü yola götürebilecek bu kabiliyeti sayesinde, Türk çocuğu kendisini dinleyen veya yazısını okuyanları, peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir.” (1937)
“Güzel konuşmak için serbest olmak ve kelimelerin manalarını yerinde yapılan jestlerle takviye etmek lazımdır.” (1932)
Ne yazık ki, Atatürk’ün 83 yıl önce belirlediği bu öğretim esaslarını, hâlâ hayata geçirebilmiş değiliz. Hâlâ gösterilen bu ışıklı, ince yola bir adım bile atmış değiliz. Bocalamalarla ve yazbozlarla uğraşıp duruyoruz. Ortada bir yığın söz var, fakat öz yok. Değişim var, fakat gelişim yok. Hâlbuki her şeyin çözümü vardır. Dil ve edebiyat öğretimi alanında yaşadığımız sorunların da çözümü vardır. Bunun için:
1. Özgür olacağız.
2. Kurumlarımızı siyasetten arındıracağız.
3. Kafalarla ellerin uyumunu sağlayacağız.
4. Okuyacağız.
5. Yazacağız.
6. Uygulayacağız.
7. Üreteceğiz.
Bilge Kağan’dan Atatürk’e kadar dile duyarlı nice şair ve yazarlarımızın emek, istek ve yetkinlikle oluşturdukları eserler, güzel bulduğumuz için, dün olduğu gibi bugün de şuurumuzu beslemekte, göğsümüzü kabartmaktadır. Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacib, Yunus Emre, Karamanoğlu Mehmet Bey, Ali Şir Nevai, Karacaoğlan, Yahya Kemal, Refik Halit Karay, Falih Rıfkı Atay, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi nice devlet adamlarımız, şair ve yazarlarımız, bize bu onuru yaşatmışlar, edebiyat zevkimizi geliştirmişlerdir. Bu nedenle onlara minnet ve şükran borçluyuz. Her sözcüğünde buram buram Türkçe sevgisinin yükseldiği ve bu coşkunlukla da güzel dilimizi etkili kullanabilme becerisinin yansıdığı birkaç örneği paylaşmak istiyorum.
14. yüzyıl Tasavvuf şairlerinden Garibnâme yazarı Aşık Paşa, dönemindeki Türkçeye olan ilgisizliğe karşı üzüntü ve yakınmalarını şu dizelerle dile getirmiştir:
Türk diline kimesne bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri.
Ünlü romancımız Halid Ziya UŞAKLIGİL’in 26 Eylül 1932’de Atatürk’ün de hazır bulunduğu ilk Türk Dili Kurultayı’nda yaptığı konuşmada geçen şu cümleler, hem Türkçe sevgisinin hem de dili etkili kullanma becerisinin güzel örneklerinden biridir:
“Ben Türkçenin ezelî bir âşığıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Bâbıâlî (kâtiplerinden) işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarafetlerle dolu olan Türkçesini de sevdim.”
Aynı kurultayda konuşan Ruşen Eşref ÜNAYDIN, konuşmasında şu cümlelere yer veriyor; buram buram ana dil sevgisini dile getiriyor:
“Türkçe; buyrukların dili, yurt yapı kuranların dili… Ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili, toprağı işleyenlerin dili… Toprağı işleyenlerin, beyinleri uyandıranların dili… Sevgilerin, sızıların dili…
Türkçe; analarımızın dili, ana dil, diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp… Boradan hızlı, bürümcekten ince, kelebekten uçucu… Çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe…”
Konuşma, yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Uyku dışında, hemen her yerde konuşuruz. Öyle ki, konuşmak insanın varlık nedenidir. Başka insanlarla anlaşmanın ve iyi ilişkiler kurmanın yolu, güzel konuşmaktan geçer. Güzel konuşmanın yolu da aklı iyi kullanmaktan geçer. Aklı iyi kullanırsak, ağzımızdan çıkanı kulağımız da duyar. Düşünerek, sözcükleri seçerek, tartarak; karşımızdaki kişi ya da kişilerin saygınlığını da gözeterek nezaket kuralları içinde konuşuruz. Aristo, “Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez, fakat söylediklerini düşünür de söyler.” diyor. Aklımızı iyi kullanırsak, güzel konuşmanın kurallarını; bu kuralların uygulanmasını da öğrenmiş oluruz.
Güzel konuşmanın elbet birtakım kuralları vardır. Bunları çok sayıda madde başlıklarıyla sıralayabiliriz. Madde başlıklarımız ne kadar çok olursa olsun, güzel ve etkili konuşmanın en temel, en önemli ilkesi, saygı ve nezakettir. İster ikili görüşmelerimizde, ister daha fazla kişilerin bulunduğu sohbet ortamlarında, isterse topluluk önünde yapacağımız konuşmalarda daima göz önünde tutmamız gereken kural, saygı ve nezaket kuralı olmalıdır. Zira, saygı ve nezaket kuralına uymayan bir konuşma, ne kadar dolu, ne kadar akıcı olursa olsun, kimsenin hoşuna gitmez; kimsenin ilgisini çekmez ve sonuç itibariyle de kimse tarafından dinlenmez. Çünkü insan gönül sahibi bir varlıktır. Gönlü güzel sözlere açıktır. İnsanların hatalarını söylerken bile saygılı ve nazik ifadeler kullanmalıyız. Nitekim, Nâsır-ı Hüsrev, “Dağda güzel ses çıkar ki, dağ da onu güzel yankılasın.” diyor. Robert Bolt ise, “Saygı çölde su gibidir.” diyor.
Bilmeliyiz ki, güzel Türkçe bilincinin olmadığı yerlerde, argo, taklit ve kabalık ortaya çıkar. Bu da onarılması güç toplum sorunlarını beraberinde getirir. Konfüçyüs’ün sözlerini unutmayalım.
Bazen başlangıçta sakin sükûnet konuşan iki insanımız arasında, bir bakıyorsunuz, alınmalar, kırılmalar, derken hiç yoktan bir tartışmadır başlamış. Sesler yükseliyor, sözler çoğalıyor; itişmeler, kakışmalar, derken, bir kavgadır başlıyor. Araya giriliyor, yatıştırılıyor, ama söz düellosu devam ediyor. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, bütün bu sevimsiz tabloların ortaya çıkış nedeni, meğer kahramanlarımızın söyleme özürlü olmasından kaynaklanmış. Buradaki söyleme özürlü ifadesi, biyolojik anlamda değil, sosyo kültürel anlamda bir söyleme özürlülük hâlidir. Kısaca, eğitimsizliktir.
Söz, sözcük, kullanmak için vardır. Lakin, onu kullanırken inceliklerine dikkat etmemiz gerekir. Zira, bir sözcük onu kullanmayı bilmeyenin ağzında bazen öldürücü bir silah olabilmektedir. Napolyon, “Kelimelerin girdiği yerde silah patlatmaya gerek yoktur.” demiştir.
İyi bir hitabetin omurgasını, uyum/ahenk, saygınlık ve inandırıcılık oluşturur. Bunlara dayanan bir hitabet, iyi, güzel, sağlam ve etkili bir hitabettir.
Bazen bir köşe yazarının ya da bir siyaset adamının (Tabii, hepsini kastetmiyorum.) çok kere iyice düşünmeden söylediği bir söz, maksadının dışında başka algıların oluşmasına yol açtığından, derhâl ülke gündeminin birinci sırasına oturuyor ve günler, haftalar, hatta aylar süren tartışmalara neden oluyor. Abartmıyorum ama, bunlardan bazıları, içte onarılması güç derin sosyal yaralar açıyor; bazıları da dışta ülkemizin saygın imajına gölge düşürüyor. Bunun geri dönüşümü de ne yazık ki, kolay ödemeyeceğimiz ağır bedeller oluyor.
Hemen belirtmeliyim ki, kişiler arasında konuşma, tartışma elbet olacaktır. Sonuçta, bu bir demokrasi kültürüdür. Demokratik hayatın vazgeçilmezlerindendir. Ancak, tartışma yapıcı olmalıdır. Kişisel bazda sağlıklı iletişime, toplumsal bazda da ülke sorunlarını çözmeye yönelik olmalıdır. Konuşmalar, özellikle de tartışmalar, birbirine taş atmak için değil, taşı taş üstüne koymak için yapılmalıdır.
En eski atalarımız, “Dil dişi kırar.” demişlerdir. Mevlânâ da, “Ağızdan çıkan söz, bil ki, yaydan fırlayan ok gibidir. O ok, gittiği yerden geri dönmez; seli baştan bağlamak gerek.” diyor. Öyleyse, konuşurken, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması gerekir. Sözü bilerek konuşursak ya da yazarsak, algılama yanlışlarına da meydan vermemiş oluruz. Önü sonu gelmeyen tartışmalara, atışmalara, çatışmalara; sosyal çalkantılara, hatta uluslararası krizlere de neden olmayız.
Konuşma incelikli bir sanattır. Psikolojiyi, sosyolojiyi ve bu bağlamda insan ilişkilerini bilmeyi gerektirir. Bu nedenle toplum içinde yaşayan her birey, konuşurken, karşısındaki insanların sosyal, kültürel ve psikolojik durumlarını dikkate almalıdır. Bunun için çok değil, biraz dikkat, biraz hassasiyet, biraz rahatına kıyma, algılamadan kaynaklanan sorunları en aza indirmeye, hatta, temelden çözmeye yeter de artar bile. Öbür yandan, mademki, yaşadığımız toplumda ortaya çıkan bu sorunların sorumlusu biziz, çözümleyicisi de biz olmalıyız. Bu, hem toplumsal bir birey olmanın, hem de iyi insan, iyi vatandaş olmanın gereğidir. Yine bilmeliyiz ki, insanlar üzerinde olumlu etki bırakmanın yolu, güzel konuşmaktan geçer. Tekrar riskini alarak diyorum ki, ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz önemlidir. Sözünü bilmek, kendini bilmektir. Konuşurken, ağzından çıkanı kulağı duyanlardan olalım.
Güzel konuşma, Değerli Kardeşim Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN’ın ifadesiyle, insanı diğer canlılardan ayıran “bir ayrıcalık ve üstünlük belgesi”dir.Gerçekten de şöyle bir etrafımıza baktığımızda, güzel konuşan insanların her daim ileride, önde olduklarını, diğer insanlara göre hayatta daha başarılı olduklarını görürüz. Bütün hatipler, devlet adamları, büyük şair ve yazarlar, peygamberler, öncelikle sözün gücünü keşfeden insanlardır. Bu nedenle de en başta güzel konuşan; duygu, düşünce ve dileklerini rahat ifade edebilen insanlardır. Bu yetenekleri onları üstün başarılara ve ulaşılmaz yerlere taşımıştır. Nitekim, tarihin kaydettiği bütün ünlü devlet adamlarının ve komutanlarının, peygamberlerin, güzel konuşan insanlar arasından çıkmış olması da bunu göstermektedir.
Güzel konuşan insanlar, aynı zamanda zeki, hazırcevap ve nüktedan insanlardır. Sözleri zevkle dinlenir, sohbetlerine doyum olmaz; nükteleri ve sohbetleriyle yıllarca hafızalarda yaşarlar. Nasrettin Hoca, Bekri Mustafa, İncili Çavuş, Meddah Tıflî gibi.
Bunun için Dördüncü Murat zamanında yaşamış ünlü meddah Tıflî Ahmet Çelebi’den ona ait olduğu rivayet edilen iki nükte örneği vermekle yetinmek istiyorum.
Birincisi:
Anlatıldığına göre Tıflî, çevresinde çok sevilen, nükteleri dillerde dolaşan ünlü bir meddahtır. Lakin, her güzel insan gibi onun da bir kusuru vardır. Biraz müsriftir. Soğuk bir kış günü Tıflî yine elindeki avucundakini har vurup harman savurmuş, Üsküdar Meydanı’nda paltosuz, üşüyerek, titreyerek dolaşmaktadır. Tıflî bu hâllerdeyken, kalın kürklere bürünmüş bir tanıdığı yanına yaklaşır. Üzerindeki kıyafetinden dolayı alabildiğine kibirlenen bu kişi, biraz da Tıflî’yi küçümseyen bir ses tonuyla:
– Tıflî Efendi, hava da epeyce soğuk, değil mi, der. Tıflî’de söz mü yok. Karşısındakinin kibrini görmekte gecikmeyen Tıflî, cevabı hemen yapıştırır:
– Ya, ne demezsin Efendi! Keşke hayvan olsaydım da benim de bir kürküm olsaydı!
İkinci örnek (Bunun da Tıflî’ye ait olduğu rivayet edilmiştir.):
Yine Tıflî, zamanın önde gelen devlet adamlarından birine (muhtemelen bir paşaya) bir kaside sunmuştur. Caize (bahşiş) beklemektedir. Fakat paşa, biraz Tıflî’yi ileri geri konuşturmak için bir muziplik düşünür; adamlarına emreder; bir semer getirtir. Semeri Tıflî’ye verirler. Çaresiz bu acayip hediyeyi alıp söylene söylene konaktan çıkan Tıflî, tam da bu sırada Paşa’nın bir arkadaşına rastlar. Oldukça alışılmışın dışında olan bu manzarayı görünce, biraz da şaşırmış olarak, Paşa’nın arkadaşı, Tıflî’ye sorar:
– Hayrola Tıflî Efendi, bu semer de neyin nesi, böyle?
Bir yandan hayal kırıklığına uğradığından, bir yandan da bir hayli incindiğinden dolayı zaten burnundan soluyan Tıflî, sitemkâr bir sesle cevap verir:
– Bir şey değil efendim. Dostunuz Paşa Hazretlerine bir kaside takdim etmiştim. Pek memnun kaldılar. Ben âcizlerini sevindirmek için kendi resmî elbiselerini verdiler.
(Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı I. cilt, İstanbul, 1994, s.400)
Hazırcevap olmak, kişileri hem saygın hem de güçlü yapar. Sokullu Mehmet Paşa’nın İnebahtı mağlubiyeti üzerine böbürlenen Venedik elçisine verdiği cevap, hâlâ, millî hafızamızdadır. Alparslan’ın, Fatih’in ve Yavuz’un hücum öncesinde askerlerini yüreklendirmek için yaptıkları konuşmalar, söyledikleri sözler, daha dün gibi aklımızdadır. Atatürk’ün Çanakkale Savaşları sırasında ve Kurtuluş Savaşı’nda asker ve komutanlara hitaben söyledikleri sözler, eti çeliğe üstün kılmıştır.
Bir örnek daha:
“Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmeden önce, bazen parlak üniformalarını giyer, Pera Palas Oteli’ne uğrardı. Burası, o yıllarda işgalci subayların da uğradıkları görkemli bir yerdi. O günler subay ve aydınlar üzerinde baskıların şiddetlendiği ve vatanseverlerin birbirleriyle parolayla anlaştıkları günlerdir. Atatürk’ün Pera Palas’a uğradığı böyle günlerin birinde, orada bulunan işgal kuvvetleri komutanları, garsonla bir not göndererek Mustafa Kemal’i masalarına davet ederler. Mustafa Kemal, daha o günlerde Avrupa’da ‘Anafartalar Kahramanı’ olarak ün yapmıştır. Mustafa Kemal’in cevabı, gerçekten ileride ölümsüzleşecek bir öndere yaraşır bir cevaptır:
– Kendilerine söyleyiniz, onlar buraya, ev sahibinin masasına gelsinler. Zira, onlar burada misafirdirler.”
(Tercüman Gazetesi 10 Kasım Özel İlavesi, 1980)
Bu, Atatürk’ün, daha Kurtuluş Savaşı başlamadan önce, zaferi kazanacağımıza olan inanç ve kararlılığının çelikleşmiş bir ifadesiydi.
Bilindiği üzere İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Âkif ERSOY, birinci mecliste Burdur milletvekilidir. Bir gün mecliste, kürsüde konuşmaktadır. Ön sıralardan birinde de karşıt görüşlü bir milletvekili vardır. Bu zat, sırf Âkif’i küçük düşürmek için durmadan, oturduğu yerden ona sözlü sataşmada bulunmaktadır. Son derece alaycı bir ses tonuyla ikide bir “Sana baytar diyorlar değil mi?” sözünü tekrarlayıp durmaktadır. (Baytar, hayvan hastalıkları hekimi demektir. Günümüz dilindeki karşılığı veterinerdir.) Âkif, ciddî bir adamdır. Sataşmayı görmekte, söyleneni duymakta; fakat ortam nezaketine kıyamadığı için karşısındakine cevap vermemektedir. Lakin, muhterem zatın sataşmalarının bir türlü önü arkası gelmemektedir. Âkif bakar ki adamın susacağı yok, sonunda cevabı yapıştırır:
– Evet, hasta mısın, der.
Özellikle bir topluluk önünde yapılacak bir konuşma, çok güçlü bir ön hazırlığı gerektirir. Aynı durum, yazılı anlatım için de söz konusudur. Bu nedenle, iyi bir konuşma yapmak istiyorsak, iyi bir yazı kaleme almak istiyorsak, mutlaka konunun gerektirdiği ölçüde geniş bir ön hazırlık çalışması yapmamız gerekir. Konuşmamızı bu ön hazırlığa dayandırmamız gerekir. Aksi takdirde başarısızlık kaçınılmazdır.
Hazırlıklı konuşmaların çatısını şu öğeler oluşturur: Konu, konuşmacı, dinleyici ve ortam.
Konuşmanın ilk ve en temel öğesi, konudur. Çünkü, konuşmaya içerik kazandıracak, onu etkili kılacak diğer düzenlemeler de buna göre yapılacaktır. Konu belirlenmemişse, plan ve hedef kitle de belirlenmemiş demektir. Bu nedenle, bir konuşmanın önce konusu belirlenmelidir.
Bir konuşmanın konusu, toplum değerleriyle çatışmamalıdır. İlgi çekici ve işlenmeye değer olmalıdır.
Konuşmanın bir diğer önemli öğesi, konuşmacı dır. Konuşmacı, konuşmanın her şeyidir; sesidir, nefesidir, heyecan ve enerjisidir. Konuşmacı konuyu seçer, konuşma metnini hazırlar ve onu amacına uygun bir şekilde dinleyiciye sunar. Bir konuşmacı, konuşmasını dinleyiciye kağıttan okuyarak sunmamalıdır. Çünkü konuşma, okumak değildir. Dinleyici de okur değildir. Dinleyici okunana değil, söylenene bakar. Dinleyici, karşısında yazdığını kağıttan okuyan birini değil, onu seslendiren bir konuşmacıyı görmek ister. Öbür yandan, konuşma üslûbu ile okuma üslûbu aynı değildir. Bu nedenle, konuşma, konuşma üslûbuyla yapılmalıdır. Böyle olmakla beraber, konuşmacı hazırladığı metinden küçük notlar alarak konuşma sırasında bunlardan yararlanabilir. Hatırlama amacıyla bunlara göz atabilir.
Bir konuşmacının konuşma sanatının ön gördüğü bilgi ve donanıma sahip olması gerekir. Daha da önemlisi, istekli ve yetenekli olması gerekir. En iyi konuşmacı, yapacağı konuşmanın konusunu en iyi bilen konuşmacıdır. Bir konuşmacı, yapacağı konuşmanın konusuna hâkimse, konuşma boyunca dimdik ayakta durur ve onu hiçbir rüzgâr deviremez. Nitekim, bu anlamda Lloyd George, “İnsanın cümlelerine egemen olabilmesi için konusuna egemen olması gerekir.” diyor.
Konuşmanın diğer önemli bir öğesi de dinleyicidir. İyi bir konuşma, dinleyiciyle bütünleşebilmelidir. Bunun için de yapılan konuşmanın; dinleyicinin yaşına, bilgi ve kültür düzeyine, iş ve uğraş alanına, katılım sayısına uygun olması gerekir. Konuşmacı, ön hazırlığını buna göre yapmalıdır.
Konuşmayı etkili kılan diğer önemli bir öğe de konuşmanın yapılacağı ortamdır. Ortamın fizikî şartları, programın niteliği, süresi ve amacı, konuşmayı ve konuşmacıyı etkiler. Bütün bunların hazırlık aşamasında bilinmesi ve göz önünde tutulması gerekir. Araştırmalar, dinleyicilerin en başarılı konuşmayı bile, en çok ilk yedi dakikalık süre içinde dinlediklerini; bundan sonra ilgi ve dikkatin gittikçe dağıldığını ifade etmektedirler.
Özetle bir konuşmacı, başarılı bir konuşma için hazırlığını tam olarak yapmalıdır.
Hiçbir konuşma metni, bir solukta yazılıp bitirilemez. Yoğun çabayı, özeni ve düzeni gerektirir. Bir konuşma, en başta açık ve net tek bir ana düşünceye dayanmalıdır. Aksi takdirde, konuşmanın bütünlüğü dağılır. Nitekim, La Rochefoucould, “Gerçek söz ustalığı gerekli her şeyi söylemek ve ancak gerekli olanı söylemekten ibarettir.” diyor.
Bunun için de hazırlık aşamasında, konuşmacı öncelikle, hedef kitlesini ve buna bağlı olarak da amacını belirlemelidir. Düşünceleri önemli’den önemsiz’e doğru sıralamalıdır. Bunu yaparken, her cümleyi, bir yandan içinde bulunduğu paragrafı, bir yandan da konuşmanın ana düşüncesini destekleyecek şekilde kurmalıdır. Konuşmacı, kullandığı sözcükler kadar, o sözcüklerin anlamlarına uygun olarak vurgu ve tonlamalara, konuşmanın akışına göre de duraklamalara dikkat etmeli ve özen göstermelidir.
Her işin bir ciddiyeti, bir disiplini vardır. Konuşmanın da bir ciddiyeti ve bir disiplini vardır. Bunu sağlayan aşama ise, ön hazırlık aşamasıdır. Bir konuşmacı, yapacağı konuşmayla ilgili ne kadar çok bilgi ve donanıma sahip olursa olsun, yeterli bir ön hazırlık yapmamışsa, etkili bir konuşma gerçekleştiremez. Nitekim, La Bruyere, “Dünyada sıradanlığa tahammül edilemeyecek dört yer vardır: Resim, Şiir, Musikî ve Hitabet.” diyor.
Eğer yeterli hazırlık yapılmamışsa, yapılacak konuşmanın etkisiz kalacağı kesindir. Nitekim, değerli yazar Nejat MUALLİMOĞLU, “Bütün Yönleriyle Hitabet” adlı eserinde bu gerçeği şu cümleyle ifade ediyor:
“Kör bir kuyudan su çekmeye çalışmak, çıkrık ve tulumbanın kolundaki adamın kol ve pazularını kuvvetlendirmekten başka bir şeye yaramaz.”
Ciddi konuşmacı, konuşmayı isteyen; önemseyen, ciddiye alan; hatta, bir değerli yazarımızın ifadesiyle, yapacağı konuşmanın rüyasını gören insan demektir. Kekeme olduğu için ağzına çakıl taşları koyup önce konuşmayı öğrenen ve sonradan büyük bir hatip olan eski Yunanlı Demosten’den Atatürk’e kadar, buna tarihten ve günümüzden çok sayıda örnek verebiliriz. Böyle olmakla beraber, bir örnekle yetinmek istiyorum:
“Amerika’nın önde gelen konuşmacılarından biri olan Wilson’a sormuşlar:
– Sekiz dakikalık bir konuşma için ne kadar önceden hazırlanmaya başlardınız?
Konuşmacı hiç düşünmeden, ‘iki ay’ diye cevap vermiş.
– Peki, on dakikalık bir konuşma için?
– Herhâlde bir ay kadar ister, diye cevap vermiş.
– İki saatlik bir konuşma için?
Konuşmacı gülerek cevap vermiş:
- Şimdi başlayabilirim.
(Özgür ÇOBAN, Yıldızların Konuşma Sanatı, 2011, Kitap Matbaacılık, İstanbul, s.21)
Konuşma da, tıpkı yazılı anlatım türlerinde olduğu gibi, bir düzen, bir plan içinde hazırlanmalıdır. Giriş, gelişme, sonuç bölümleri sıralamasına uyulmalıdır.
Topluluk önünde yapılan konuşmalarda, dinleyicinin ilgisini canlı tutmak, yetkinlik gerektirir. Bunu sağlamak için başvurulan yöntemlerden birisi de, konuşma yaparken, ara ara sorulu cümlelere yer vermektir. Bunun için konuşmacı ortaya bir takım sorular yöneltir, sonra da bunları kendisi yanıtlar.
Bir örnek:
“…Her istilacı fatih milletin tarihinde bir taşma ve bir gerileme devri vardır. Romalılar dönüp dolaşıp İtalya’ya sığınmaya mecbur olmadılar mı? Hindistan’dan İspanya’ya kadar yayılan Araplar, nihayet kendi memleketlerine dönmediler mi? Fransız fütuhatı, Rusya içerilerine ve bir zamanda Amerika’ya kadar girmişken, asıl Fransa’ya çekilmeye mecbur olmadı mı?… Biz de bu hâldeyiz. Çok taştık, kanımızı, kuvvetimizi çok dağıttık ve nihayet ana vatana, kuvvetlerimizin kaynağı olan öz ve harim Anadolu’muza döndük. Selçuk ve Osmanlı devirlerinde, yani dokuz yüz seneden beri, Türk’ün istinat noktası ve kaynağı, üstünde yaşadığımız bu mübarek Anadolu topraklarıdır…”
H.S.TANRIÖVER
(Rasim ŞİMŞEK, Türkçe Anlatım, Özkan Ofset Matbaacılık, Trabzon, 1981, s. 176)
İyi bir konuşma; ilgi çekici bir konuya, tek bir ana düşünceye, sağlam verilere, yapıcı bir tutuma, sağlam bir yönteme, dinleyiciye yönelik bir içeriğe, hepsinden de önemlisi, etkili bir anlatıma dayanmalıdır.
Bunun gibi iyi bir konuşmacı da; bakışların gücüne inanan, davranışları ölçülü, söyleyişi sağlam, sesi etkili, konuşurken sesinin akış hızını iyi ayarlayan, kendine güvenir, kesin cümlelerle konuşan insan demektir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sindeki cümleler gibi.
İyi bir konuşmacının aynı zamanda iyi bir kişiliğe sahip olması gerekir. Çünkü hiç kimse; saygısız, kendisine tepeden bakan, yalancı, dolandırıcı vb. özellikleri taşıyan birinin konuşmasını dinlemek istemez. Yaygın bir söz vardır: “İnsanlar, kıyafetleriyle karşılanır, konuşmalarıyla uğurlanır.” diye. Aynı şekilde, Thomas Fuller, “Kuşlar ayaklarından; insanlar dillerinden yakalanır.” demiştir.
İyi bir konuşmacının, gözlem yeteneğinin gelişmiş olması; bir o kadar da iyi bir dinleyici olması gerekir. Konuşmacı, konuşurken argo ifadelere yer vermemelidir. Özellikle de tartışma ortamlarında, konuşmacıların birbirlerinin sözlerini kesmemeleri, son derece önemlidir. Bir o kadar da saygılı, hoşgörülü olmaları; sert, kırıcı bir dil kullanmamaları gerekir. Oscar Wilde, “Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmaktan korkarım.” demiştir.
İyi bir konuşmada nefes almanın etkisi büyüktür. Konuşmacının doğru nefes alması gerekir. Ağızdan solumanın ses kalitesini bozduğu; bu yüzden konuşma sırasında burundan soluk almanın yararlı olacağı ifade edilmektedir.
Bir konuşmanın kısa, fakat son derece önemli olan iki bölümü vardır: Giriş ve sonuç bölümleri. Giriş bölümü, ilgiyi çekme, sonuç bölümü de son sözü söyleme bölümüdür. Çünkü dinleyicinin genellikle aklında kalan, konuşmanın son bölümündeki son sözlerdir.
Mademki sözün çıkış yeri gönüldür, öyleyse insanlarla sağlıklı iletişimler kurabilmemiz için, işe öncelikle gönülden, yani kendimizden, kendi gönlümüzden başlamalıyız. Gönlümüzü her türlü kötü duygulardan arındırıp temiz duygularla donatmalıyız. Aynı şekilde zihnimizi de…
O zaman, dilindeki kalbinde, kalbindeki dilinde bir insan oluruz. Güven verir, güven alırız. Saygınlık elde ederiz. Konuşurken sözlerimiz kulaklardan gönüllere ulaşır. Tıpkı dağ diplerinden sökülüp ıssız bir yol kıyısındaki pınar oluklarından boşalan temiz, gür, berrak ve soğuk sular gibi.
Koronasız, acısız ve kaygısız, nice günlere ve geleceklere ulaşmamız dileğiyle…