O BENİM KÖYÜM
Köy doğuya bakıyordu. Arkasındaki tepeler ağaçsızdı. Köy, o tepelere yaslanmış gibiydi. Binaları yaşlı binalardı. İki katlı dört konak vardı. Bunlar köyün içine dağılmış durumdaydı.
Ufuktan çıkan güneş ışıkları ilk bu köye ulaşırdı. Ortasındaki cami ve minare, güneş ışığını ilk görenlerdi. Güneş çıkınca minarenin gölgesi, Kuyucağa kadar uzanırdı.
Cami, büyük kesme taşlardan yapılmıştı. Selçuklu mimari eseriydi. Tarihi bir camiydi. Minaresi ben çocukken yapılmıştı.
Güneş ışığının, dört konağın camlarındaki yansıması, aşırı, parlaklık kazandırıyordu.
Tanyeri ağarınca köyde canlanma başlardı. Her canlı uykusunu bitirmiş olurdu. Güneş doğunca; tavuklar, kazlar, ördeklerin yüksek sesleri sokakları dolduruyordu.
İnsanların üstündeki uyku mahmurluğu devam ettiğinden, onlardan yüksek ses çıkmazdı. Kuyucak nedir diye merak edenler olur:
Derin özden gelen yağmur sularından bir hendek oluşmuştur. Bu hendeğin bir yanında harmanlar var. Diğer yanında tarlalar vardı. Bu tarlalara, “ Beleğin üstündeki tarlalar “ denirdi. Köyün o tarafındaki harmanlara da “Kuyucak’ harmanları “ adı verilmişti.
Yağışlı havalarda derin özden akan sular kırmızı akıyordu. Kırmızı toprakları sürüklüyordu. Dağılınca kırmızı çamur oluşurdu.
Derenin tabanında hiç kırmız çamur oluşmazdı. Temiz kumlu olurdu. Bunu çok düşündüm. Merak ettim. Büyüklerime sordum. Öğrendim:
“Yağmur sel oluşmayacak kadar sakin yağdığı zamanlar o kumlar yıkanır, temiz kalırmış.”
Köyden çıkan altı yol vardı. Bu yolları at arabaları ve kağnılar kullanırdı. O yıllarda motorlu taşıt çok azdı. Her yola, gittiği yerin adı verilmişti. Arap köyü yolu, Çiftlik yolu, Çayır yolu denilmişti.
Kağnı ve at arabalarının tekerleri incedir. Toprak yolu eşerdi. Eşilen yolda yağışlı havalarda çamur, sıcak aylarda toz oluyordu. O yıllarda köyün birkaç tane traktörü vardı. En çok kağnıyla ulaşım yapılırdı.
Köyün iki çayırı vardı. Çayır yolu köyden büyük çayıra kadar uzanırdı.
Çiftlik yolu küçük çayırın ortasından geçiyordu. Bu iki çayırı bir kayalık ve tarlalar ayırıyordu. Oraya, “Gayanın üstü” denirdi. Büyük çayırın yarısı kadardı küçük çayır. Otlak yeriydi. Çayırı çok seven ( kömüş ) manda ve atlar hep orada otlatılırdı.
Kömüşlerin güdücüsü (çoban) olurdu. Onlar, başıboş bırakılmazdı. Atlar, sabah cayıra örüklenir, akşam eve getirilirdi. Büyük çayırın yarıdan fazlası koruluktu. O bölüme ot biçimine kadar hayvan sokulmazdı.
Muhtarlık gelir durumuna göre köyü üç guruba ayırmıştı. Herkes kendi gurubu seviyesinde köy bütçesine ödeme yapardı.
Birinci evler, zenginlerdi.
İkinci evler denirdi orta halli ailelere.
En fakir olanlar da üçüncü evlerdi.
Büyük çayır, ot biçimine birkaç gün kala bölünürdü. Köydeki hane sayısına kadar parçalara ayrılırdı. Ölçüm tırpan ereği ile yapılırdı. Birinci evlere altı, ikinci evlere dört, üçüncü evler iki cerek boyunda çayır verilirdi.
Biçim günü tüm köylü orada bulunurdu. Aynı gün biçmeye başlanırdı. Ogün bir bayram gibiydi. Aileler, ot biçmeye ev halkıyla birlikte gelirdi.
Biçilen otlar hemen toplanır, kağnılara yüklenirdi. Yaş ot ağır olduğundan kağnılar gıcırdayarak yol alırdı. Çayır yolundaki kağnı katarından çeşitli sesler gelirdi.. Her kağnının sesi farklı çıkardı.
Otlar harmanlarda kurutulur, sonra içeri alınırdı. İçeri almaya yeri olmayan dışarıya yığın yapar bırakırlardı. Bu yığınlar sıkı yapılırdı. Yağmur suyu içine geçmezdi. Kubbeye benzeyen yığınlara otluk denirdi. Harmanlara yapılan otlukların çevresi korumaya alınırdı.
O yıllarda hayvancılık böyle yapılıyordu. Fenni yem yoktu.