O GÜNÜ HATIRLADIM

Okulum tek derslikliydi. Derslikten büyük bir salon gibiydi. Beş sınıf bir arada ders yapıyorduk. Ben dördüncü sınıftaydım. Tek öğretmenimiz vardı. Her ders saatinde bir sınıfla ders yaparken, dört sınıf verilen ödeve çalışırdı.

Son ders bitince o gün her sınıfa bir saat ders verilmiş olurdu.

                Dördüncü sınıfta okuyordum. Yağmurlu bir gündü. Dershane sıcaktı. Öğretmen birinci sınıfla ders yapıyordu. Biz serbest çalışıyorduk. Sıramdan kalktım. Pencerenin çıkıntısını masa olarak kullanıyordum. Ayakta çalışıyordum.

                Camdaki buhar ilgimi çekti. Dokundum. Parmağımın izi çıktı. Parmağım, kalem gibi yazıyordu. Özenerek, güzel bir yazıyla: “Kırk altınındır.” Yazdım.

                Tüm sınıfların o yazıya bakacağını düşünemedim. Çok sessiz bir ortam vardı. Ödevime devam ettim. Sessizlikte kıpırdanmalar oldu. Kafam da cetvel şakladı. Bir daha, bir daha şakladı cetvel.

Sinirden titriyordu öğretmenim.  Titrek sesle sordu:

– Nedir kırk altının olan?

-Hiçbir şey öğretmenim.

-Kırk altı nedir?

-Benim numaram öğretmenim.

Her soruda bir cetvel yiyordum. Şansım varmış. Elindeki otuz santimlik cetveldi. Fazla acıtmıyordu. Hemen sildim. Öğretmen de birinci sınıfın dersine devam etti.

                Öğretmenim hiç dövmediği bir öğrenciydim. Kasabaya giderken beni vekil öğretmen olarak bırakırdı. Gözü arkada kalmazdı.  Cama yazdığım o yazı, tüm öğrencilerin ilgisini çekmişti. Çalışmalarını durdurmuştu.

O öğretmenimi şimdi bulsam ellerinden öperim.

                Hava yağmurluydu. Otobüsün içi sıcaktı. Camlar buharlıydı. En arkada ikili koltukta bir erkek öğrenci oturuyordu. Yanına otururken selam verdim. Cevap vermedi. İlk kez bir yaşlı ona selam veriyordu belki.

                Yüzünde bir tebessüm oluşmadı. Solgun benzinde siyah kaşları, siyah saçları,  bir otorite yaratıyordu. Onunla konuşmak istedim. Konuşmaya isteksizdi. Cama şekiller yaptığını görünce, o hikâyemi hatırladım.

Dışarıda yağmur yağıyordu. Otobüsün camları buharlıydı.

                Elindeki biletin kenarıyla çiziyordu. O cam üstünde uğraşıyordu. Dikkatle baktım. Saçları enseye ve kulaklarının yarısına uzanıyordu. Saçları taranmamış,  düzeltilmişti

Benimle konuşmak istemediği anlaşılıyordu:

-Eviniz nerede?

-Saat kulesinin dibinde..

                Okulunu, sınıfını, evinin nerde olduğunu öğrendim. Evin okula çok uzak olduğunu söyledim. Kabul etti.

-Neden servise binmiyorsun?

-Servis parası ödeyecek durumumuz yok. Dedi.

                Bunu yüzüme bakmadan söylüyordu. Sustu. Ben de sustum. Duygulandım. Ailesini suçlamıyordu.  Servisi de önemsemiyordu.

"Durum da değiliz." diyordu.

Elindeki kartla camı çizmeye tekrar başladı.

-Sana bir şey anlatayım mı?

-Anlat.

                Çizmeyi bıraktı. Kartı avucunun içine aldı. Bir kere yüzüme baktı. Gözlerini üstümden çekti. Öndeki yolcunun ensesine bakarak beni dinliyordu.

                Ona yukarıdaki hikâyemi anlattım. Sonuna kadar dinledi. Adının Aziz olduğunu öğrenmiştim. İneceğim durağa gelince:

                "İyi geceler Aziz." dedim indim.  Cevap vermedi. Onu konuşturamadığım için üzgündüm.  Onun ailesinde daha çok sorunlar vardı. Söyleyemiyordu. Konuşabilseydik o yaşta ne kadar dertli olduğunu öğrenecektim.  Öğrenemedim.

Osman Kablan:

This website uses cookies.