Çadır kampa gittim diyor arkadaş. Kimseyle tanışmaya fırsat bulamadan çadırımı kurarken aletlerini kapan komşum yardımıma koştu. Buradaki komşuluk, apartman komşuluğuna benzemiyor. Apartman komşumuzla kapıda bacada, yolda yolakta karşılaşınca ancak selamlaşırken kampta her an burun burunayız. Gizlimiz saklımız yok. Yani, yediğin içtiğin yaptığın her şey şeffaftır.
Önce gelen komşular, tanışmış, samimi olmuşlar. Kendinde bulunmayanı birbirinden teklifsizce alıyorlar. Söz gelişi tuza mı ihtiyacı var? Kendi eviymiş gibi komşusunun çadırından tuzluğu alıp kullanınca geri getirip yerine koyabiliyor. Değişik bir şey pişirdiysen, tadına bakması için komşuya bir tabak göndermek adettendir. Yeni gelen komşu, mangal yapmaya kalkmış. Sağda solda tutuşturmak için çer çöp aranırken eski komşulardan biri bir tutam çıra ile imdada yetişmiş. En ilgince de kampa katılışının ilk gecesinin sabahında çadırdan gayet temkinli çıkmalısın. Zira kapının önüne bırakılan çadır ahalinin sayısı kadar hoş geldiniz çaylarına dolaşıp dökebilirsin…
Dar zamanlarda düşmanlar bile yardımsever oluyor. Çanakkale Savaşları’nda yaralı düşman erini sırtında taşıyan askerimiz aynı zamanda “Biz seni kırmızı mühürlü mektupla mı çağırdıydık? Geldin, hem sırtıma bindin, hem de başıma bela oldun? Adı batasıca seni…” diye söyleniyormuş. Bunun gibi Turan Özyurt, “Hapiste beraber yattığımız ülkücü ve aşırı solcular birbirimize çok yardım ettik” diyordu.
Çadır kampını eskiden belediye işletiyormuş. O zaman, her hizmet gayet düzgün yürürken özelleştirilince önce belediyenin yaptırdığı güneş enerjisiyle ısınan duşun suları bozulmuş. Kimse ilgilenmediği için paneller kırılmış, duşun suyu yine akıyor ama buz gibi akıyormuş, “Denizden çıkınca bu su ile mi duş alacağım?” diye insanların çoğu giremiyormuş denize.
Bizde, öyle olmadı mı sanki?
Eski özel idarenin sinema, konser, panel salonunda hayli etkinliğe katıldım. Tertemiz, bakımlı bir salondu. Ne zaman ki özelleşti. Koltuklar kırıldı, yerlerinden çıktı, sünger ve yüzleri yırtıldı. İşletmeci, onları onartacağı yerde kârına baktı. Dahası bu günlerde salon küçük küçük odacıklara ayrılmış. Her odaya numara verilerek “oda sinemalarına” dönüştürülmüş. Maksat daha çok seyirci çekip daha çok para kazanmakmış. Özelleşmeye konu olan kurumu işten anlayanların yerine paragöz iş adamlarına verirsek olacağı budur.
Benim anladığım özleştirme, hantal devletin ağır aksak, gönülsüzce yaptığı yarım yamalak hizmeti özel şirketlerin daha kaliteli ve daha güzel vermesidir. “ Helal olsun, para kazanıyor ama hizmeti de hizmet gibi yapıyor” demeliyiz.
Merkez bankası gibi para basan sigara fabrikasını özelleştirdik de ne oldu? Daha kaliteli sigara mı üretildi? Fabrika daha çok gelir getirip ulusal ekonomimize katkı mı sağladı? Bunlar olmadığı gibi şu anda fabrikanın yerinde yeller esiyor. Olan tütün üreticisi çiftçiye, fabrikadan ekmek yiyen çalışanlara ve de kentimizin esnafına oldu.
Acaba diyorum özelleştirerek aldığımız para ile aynı fabrikayı tekrar kurabilir miyiz ki?