Birinci bölümde ortaya koymaya çalıştığım kırsal kesimden büyük şehirlere olan kaçışın iki tarafı keskin kılıca benzediğini düşünüyorum. Zira gidenler, hem gittikleri yerin yaşantısına ayak uydurmakta zorlanıyorlar, hem o şehrin idaresini zora sokuyorlar, hem de terk ettikleri yerleri adeta haritadan siliyorlar. Yapılan bir araştırmaya göre bu kaçışın tabi sonucu olarak 2000 yılında ekilebilir arazi miktarı yaklaşık 24 milyon hektar iken, 2012 yılında yaklaşık 20 milyon hektara düşmüştür. Kırsal kesimden göçün son yıllarda daha da hızlandığı düşünülürse ekilebilir arazi miktarının 2018 itibariyle 18 milyon hektara düştüğünü kabul edebiliriz. Bu durum bana TZOB Başkanı Sayın Bayraktar’ın “Tarım arazileri geri dönüşümü olmayacak şekilde elden çıkıyor” sözünü hatırlattı. Bu olumsuzluklar şunu gösteriyor ki, ekili arazilerimiz son 17 yılda 6 milyon hektar küçülmüştür. Estonya, Belçika ve İsviçre’nin ekilebilir arazileri değil, ülkelerinin tamamının yüzölçümleri 6 milyon hektardan küçük olduğu düşünülünce, üretim dışına ittiğimiz alanın büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Daha da çarpıcı olanı, bizim son 17 yılda ekimden vazgeçtiğimiz 6 milyon hektardan daha az toprağı olan, toprağının %20’sini de denizi doldurarak elde eden Hollanda’nın tarım ve hayvancılık sektöründeki ihracatının 125 milyar $ dan fazla olmasıdır. Bu durum bile son zamanlarda yapılan canlı hayvan, karkas et ve samandan nohut ve kuru fasulyeye kadar uzanan ithalatın nedenlerini anlamaya yettiğini düşünüyorum.
Üzücü ve üzücü olduğu kadar düşündürücü olan bu durumları sizlerle paylaşırken Anadolu insanını bu hale kim düşürdü diyerek söz dalaşı ve fırsatçılık yapmak, siyasi avantaj sağlamak veya sebep olanları günah keçisi ilan etmek gibi bir amacım yok asla. Bu anlayışın çare olmadığını ve bu yolla hiçbir şeyin hallolmadığını bilenlerdenim hamdolsun. Benimkisi müşterek yaramıza dikkat çekip merhem ve faydalı olabilmektir.
Yıllardır, Ülkemizdeki ve Dünyamızdaki genel ekonomik durum ile yakından ilgilenirken, birinci bölümde de bahsettiğim gibi son yıllarda ve özellikle son aylardaki gelişmeler sebebiyle, genel ekonomik durumumuzun yanı sıra, TARIM ve HAYVANCILIĞIMIZI da yakın takibe alıp irdelemeye başladığımı söylemiştim ya. İşte bu yüzden konuyla ilgili görüş, düşünce, panel, anket, gazete haberleri ile birçok kurum ve kuruluşların konuyla ilgili raporlarını incelemekle kalmadım, resmi açıklamalara besicilere ve çiftçilere de da kulak vermeye gayret ettim. İşte buralardan elde ettiğim bilgileri sizlerle de paylaşacağım. Şu kanaatimi de hemen sizlerle paylaşmak istiyorum. Bahsettiğim kaynakları inceleyip araştırırken, yıllardır her vesileyle söyleyip durduğumuz “dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz” sözünün büyük ölçüde anlamını yitirmiş olduğunu, aksine varlık içinde yokluk çeken duruma düştüğümüzü üzülerek gördüm.
Erbabının çok iyi bileceği gibi TARIM ve HAYVANCILIK sektörü çok bilinmeyenli denklemler gibidir adeta. Toprağın cinsi, büyüklüğü, küçüklüğü, sulanabilme kapasitesi ve şekli, gübrenin cinsi ve miktarı, hava koşulları, bilgi ve tecrübe, uzman kişi ve kuruluşların varlığı, kredi ve desteklemenin şekli ve miktarı, ithalatın ve ihracatın zamanı ve miktarı ile iç göç gibi bir yığın etken var. Çoğu zaman konunun bir tarafından tuttuğumuz zaman diğer tarafı çökebiliyor. Aslında her konuda benzer zorluklar olduğu muhakkak. Ama neticede, ne kadar karmaşık olursa olsun TARIM ve HAYVANCILIKTA üstün başarı sağlamış birçok ülke var ve bu ülkelerle bizim ülkedeki inekler aynı inekler, toprak aynı toprak olduğuna göre biz de bu konuda başarılı olabiliriz ve olmalıyız. Hatta başarılı olmaya mecburuz. Zira TARIM VE HAYVANCILIK stratejik bir sektördür ve olmazsa olmaz bir konudur. Hatta bazılarının ifadesine göre “savaşlı yıllarda atom veya nükleer bombası kadar tesirli, kıtlık yıllarında ise hava kadar su kadar lazım ve gerekli bir sektördür. Haftaya Cuma günü üçüncü bölümle devam inşallah. Kalın sağlıcakla. 02.02.2018
Nizamettin AYDIN