Ateş ile kor arasında yalın ayak yürümeye çalışan bir yüreğin rahatlığında, görenleri hayrete düşürecek, hiçbir şeye takılmadan, alınmadan yoluma devam etmekteyim.
Alevlerin duman karışımı gökyüzüne uçtuğu anlar. Rüzgâr iş birliğinde hızlı bir hava hareketi görülüyor. Vakit puslu ve serin bir günü geceye taşıyor. Şafağa uzanış yolculuğunda yoğun gecen saatlerin izleri var.
Yüreğin yangınları, alevleri, dumanları kendi seyrinde bulduğu ve eriştiği olgunlukta etrafa gülümsüyor.
Bilirim, karmaşık duygular gökyüzüne doğru akıntıya kapıldığında durum vahimdir. Vedalı vedasız yuvadan ayrılanlar, rüzgârın bıraktığı yerde uzun süre mutsuz olacaklardır. Gönül bağlarına yaban el değende, akarsulara kem gözler bakanda, can dediğin bir eli yaban el değdiğinde, rüzgârlar, dolunaya dönüştüğünde, yapraklar kuruyup dalından koptuğunda mevsim değişiyor demektir.
Dert, derde eklendiğinde, gözyaşlarına teslim olmakta vaziyeti idare etmek değildir. Akşamın sabaha yürüyüşünde önce dua vaktidir. Sonra, yeni gün ve güneşin vuslatı yeniden doğuşun ve uyanışın huzuru ve mutluluğu avuçlarımızda hissettiğimizde manevi iklimin yağmur ıslanışında titreyen tenin sağlığı önemlidir.
Yaşadığım şehri delik deşik ettiler. Her yıl binaların yüksekliği ve sayısı ışık hızıyla çoğalıyor. Gökyüzünü görmekte zorlandığımız semtlerde her taraf beton oldu. Toprak, şehir dışında kaldı.
Zaman zaman kendime soruyorum ki büyük şehirlere gelmekte geç kaldım. Erken gelseydim çok şey farklı olacaktı. Ya da onca yaşadığım küçük şehirlerde kalsaydım. Bu soruları, Ankara’da, İstanbul’da, Antalya’da, Mersin’de sordum kendime. Şimdi başkentte yaşıyorum. Balkondan izlediğim çam ağaçlarının sallanışı, dik duruşu, yeşilliği rahatlatıyor beni.
İki binli yılların ortasında İstanbul ziyaretimde çok geç kaldığım tespitini yapmıştım. Yetmişli yıllarda bu şehirde olmalıydım. Yaşamak istediğim ilçelerde bana yer kalmamıştı. Çok üzülmüştüm. Çocukluğum, gençliğim ve meslek hayatımda karşılıksız sevdiklerimin yüreğimdeki alevleri ve dumanlarıyla oluşan yangınlarla yaşadım. Daha Eğitim Enstitüsü yıllarımın başkent sokaklarında bıraktığı izler yıllar yılı elinde tuttu beni. Yok, yoksul yıllardı. Ahmetlerde Sivas Öğrenci Yurdunda kaldığım yıllarda Beşevler’deki Okula yaya gider gelirdim. Belediye arabasına biletsiz binen insanları bilir, haram ve günah inancımızın bizdeki sağlam duruşuyla her gün yürürdüm. Kış aylarında soğuk olması, kar yağmasına gerek yoktu. Mevsimi geldiğinde Başkent soğuktur. Karlı veya karsız fark etmez. Mevsimin soğuğunu iliklerinize kadar yaşarsınız.
Güneş bekleyen yürekler, şehrin yeşil örtüsünü arıyor. Aranılan her şey, bekleniyor olması tatlı bir tebessümle duyguların bütünleştiği anları oluşturur.
Ahmetler, Kızılay, Demirtepe, Tandoğan, Beşevler, Bahçeli ve Okula ulaşırdım. Özellikle öğleden sonraki dönüşlerimizde önümüze dikilen, kolumuzdan tutan, pis pis bakan birkaç genç sorular sorardı. Yerli ve milli olmayan birçok ismi sayar ülkemizin kurtuluş reçetesinin o liderlerin görüşlerinde var olduğu propagandasını yaparlardı. Onlarca olaylar olur, silahlar patlar daha şehirde yaşamanın, yürümenin ürkekliğini üzerinden atamamış gençler çok sevdikleri vatan toprağında devrim adına, komünizm adına, Lenin diyen, Mao diyenler tarafından şehit edilirlerdi.
Bugün Lenin’in ülkesinde vatanında sürgün edilmeyen, toplu katliamlar yaşamayan Türk boyunun olmadığı görüyoruz. Ya Çin. Bugün dahi Doğu Türkistan’da yaşananlar dayanılmaz boyutlara ulaşmış halde devam etmektedir.
Aynı fikrin bugün ki vampirleri en son İzmir’de Fırat Çakıroğlu’nu şehit etmişlerdir. Çağ değişiyor, teknoloji gelişiyor, şehirler büyüyor, dost ve düşman daha net, daha açık görülüyorken, hainler azalmıyor, milletimin düşmanları tükenmiyor, yaşadığımız vatanımız üzerinde hesapları olanların amaçları değişmiyor. Yurt içinde ve dışında kahraman ordumuzun yiğitleri, evlatlarımız yine şehit ediliyor.
Analar halen askere gönderdikleri evlatlarına kına yakıyorlar. Bilindiği üzere, bizde halen üç şey için kına yakılır.
Askere kına yakarız vatana kurban olsun diye, kurbanlık hayvana kına yakarız Allah’a kurban olsun diye ve geline kına yakarız eşine kurban olsun diye…
Bunlar bir yazar için milli duyguların tavan yaptığı anlardır. Artık, erken kalkıyorum. Zamanla ilgili tüm problemleri rafa kaldırdım, sınırlı ve etkili kullanma diye bir derdim kalmadı. Sorular ve cevapları kendi haline bıraktım…